Quantcast
Channel: Ponti
Viewing all 221 articles
Browse latest View live

Şarkılarla Konuşan Kadın Bildiriyor

$
0
0
Merhaba yeni bir yazı görünce merakla tıklayan izleyici.
Nasılsın?
Ben de iyiyim, sağol.
Öncelikle kendimi tanıtayım. Ben Ponti'nin içindeki kişiliklerden biri olan Şarkılarla Konuşan Kadın'ım.
Ne derdim varsa şarkılarla anlatır, pek konuşmam.

Taşınma telaşıyla Ankara sokaklarında çılgınlar gibi ev arayan Ponti parmağını kıpırdatmaya hali olmadığından yazamıyor. Yazamadığı için de sinir olduğundan yerine beni yolladı.
Git bir şarkı söyle, anlat derdimi dedi.
Kırmadım "peki" dedim geldim.

Laf aramızda Ponti çok sinirli. Köpek bağlasan durmaz evlere 3 kira depozito isteyen ev sahiplerine, ev tutmak isteyen masum çifte 1 hafta aç kalmış kurt gibi bakan emlakçılara, gideceğin yer 100 metre ötende bile olsa en az bir kere Kızılay'a selam vermeden gidemeyeceğin Ankara ulaşım sistemine, bir insanın bütün iyi özelliklerinin nişanını memurluk olarak gören ve memur kefil getirmeden evine 10 metre yaklaştırmak istemeyen örümcek beyinlilere, başka bir gezegene geçmişiz hissi verecek kadar uzağa inşa edilen toki konutlarına ve tabi ki finalde yine emlakçılara.

Buna uzak bir semtte randevu vermişler de gittiğinde "evi başkasına kiraladık" mı demiş ne demiş deliriyordu bizimki.
Neyse, ben görevimi yapıp gideceğim. Konuşmayı pek sevmediğimi söylemiştim.
Normalde MFÖ'den "Mazeretim Var Asabiyim Ben" filan çalmamı bekliyordur ama ben onu iyi tanıdığım için halini anlatacak en iyi parçayı ondan daha iyi biliyorum.

İyi akşamlar izleyici, yine görüşeceğiz.


Adam gibi adamları, müzisyen gibi müzisyenleri, bu zamanların görüp görebileceği en "can"üstadları sevgiyle anarak ♥

Romantik Komedi Olmayan Film : 500 Days Of Summer (Aşkın 500 Günü) (2009)

$
0
0
Merhaba izleyici. 

Bu filmi kim bilir kaç defa dile getirdim diğer postlarımda, ben bile hatırlamıyorum.
En başta müzikleri, daha sonra oyuncuları ve kendine has diliyle kalbime taht kuran ve "romantik komedi" türüne sığdırılmasına hiç razı gelemediğim 500 Days Of Summer , izlememin üzerinden uzun süre geçmesine rağmen sırf burada bulunmasını istediğim için yazacağım o özel filmlerden biri.

Başrollerinde Joseph Gordon-Levitt ve çoğunluğun New Girl 'den tanıdığı Zooey Deschanel var. 
Bir çok dalda ödül adaylıkları bulunan filmin yönetmeni Marc Webb, senaristleri ise Scott Neustadter ve Michael H. Weber. Detaylı bilgi burada 

Film Tom ve Summer'ın 500 gün süren ilişkilerini konu alıyor. Bunu da giriş gelişme sonuç düzleminde değil, ilişkinin farklı günlerinden kesitler sunarak izletiyor bize. Mesela bir 5. günü izliyoruz, bir de 425. günü.
Bir ilişkinin en taze, cıvıl cıvıl, kusursuz ve tertemiz yüzünden kesitler görüyoruz. 
Bir de yorulan, yıpranan çiftin araya ayrılığın da girmesiyle o kusursuz duygularının aldığı yeni şekli.

Bu film, eğer adına illa ki romantik komedi denilecekse, dalında örnek olması gereken ve sanırım benim için hiçbir romantik komedinin ulaşamayacağı bir derinliğe, işlenişe ve ruha sahip...


Imdb : 7.8
Süre: 95 dakika


Joseph Gordon-Levitt ve Zooey Deschanel ilk sahnelerini görür görmez şirinlikten yanaklarını mıncırmak isteyeceğiniz iki oyuncu. Ve bu sadece baby face ve şirin kız görüntülerinden değil oyunculuklarından da ileri geliyor. 
Yeni aşık olmuş, aklı bir karış havada olan çiftimizi inanılmaz başarılı canlandırıyorlar. Tabi ki madalyonun öbür yüzündeki hüzünlü, mutsuz halleri de bir o kadar inandırıcı.

Bir insana aşık olmayı, baştaki körlük halini, her kusurunu sevmeyi, her bir mimiğine hayranlık duymayı ve sonrasında ilişki bittiğinde bu duyguların yerini tersi çevirilen bir kumaş gibi zıt renklerin ve duyguların aldığını akıcı bir dille anlatışı, filmi özel kılan unsurlardan biri. 

      

Her zaman izlemeye alışık olduğum ve çok sevdiğim "sonsuz aşk" ana fikri yok 500 Days Of Summer'da.
Aksine en köklü, en can yakan, en bitmez zannedilen hislerin dahi zamana yenik düştüğünü 500 günlük bir periyotta anlatıyor bize.
Normalde "bu kadar mıymış duygularınız, nasıl biter" diyeceğim bir aşk, çiftin en koyu acıdan en derin mutluluğa kadar her duyguyu yaşadığı hallerinin en önemli detaylarıyla sahnelenmesiyle gözümde hayatın herhangi, çok doğal, olası bir alıntısı gibi geliyor.
Bunu aşkı küçümseyerek ve "kimse vazgeçilmez değildir, sen geleceğe bak" mesajı vererek yapmıyor, işte en önemli nokta da bu.
Çiftimiz kendisini, ilişkisini, neden başladığını ve neden bittiğini sorgulayarak her güçlü tutkunun ve heyecanın aşk olmadığı cevabına doğru yönlendiriyor bizi.
Bir cevap bulamasalar ve sadece "hayat" demekle yetinseler dahi bir ilişkinin insana kattıkları hakkında çok faydalı çıkarımlar yapmamızı sağlıyor.



Benim özel yorumum ise filmin her aşkın insanı gerçek aşka biraz daha hazırladığı ve büyüttüğü yönünde.
En azından Summer'la geçen 500 günün bitişini böyle anlamlandırmak istiyor da olabilirim. O güzel aşk boşuna yaşanmış olamaz, olmamalı :)


Film bana zaten hali hazırda yeten derinliğinin dışında bir de çok komik sahnelerle dolu!
Aslında şu anda düşündüm de "romantik-komedi" adına tam anlamıyla yakışan bir filmmiş :)
Fakat benim gördüğüm örnekleri genelde 3. sınıf olduğu için bu filmi de kıyamıyorum aynı yere koymaya.


Tom'un ayrılık sonrası bornozla sokağa çıktığı halleri.
..................................................................


En Sevdiğim Detaylar

Filmdeki Expectations / Reailty (Beklenti / Gerçek) bölümü sanırım yaşanan hayal kırıklığını anlatmanın en temiz yollarından biriydi.  




Dramatik anların çizimlere dönüştürülerek anlatılması filmi masalsı bir romantizme büründüren bir diğer unsurdu.



Ve tabi ki müzik...

Filmin en sevdiğim sahnesiyle birlikte artık müzik kısmına geçiş yapmak istiyorum. Bir yapımın kendine hayran bırakması için müzikleri en önemli etken gözümde. Hep söylüyorum.
Bu Smiths muhabbeti düzenli takip edenleri sıkmış olabilir ama bu film bana o şarkıyı armağan eden film olduğu için söylemeden geçmem haksızlık olur :')
Hayatımın parçasını ilk bu filmde Summer'ın mırıldandığını duymuş ve araştırmıştım.

O yüzden aşağıdaki trailerının başında, şarkının ilk kez duyulduğu asansör sahnesini, filme aşık olduğum an olarak tabir edebilirim.
Bu arada trailer'ı da vermiş olayım.



There is a light that never goes out bir yana, soundtrack albümünün neredeyse tamamı dinlemekten 2 yıldır bıkamadığım parçalarla dolu.
O yüzden bir kaç parçayı atlayarak en sevdiklerimin linklerini vereceğim. Atladığım şarkıları da dinlemek isterseniz aşağıdaki spotify listesinde albümün tamamını bulabilirsiniz.


            

Regina Spektor - Us  / Tanışır tanışmaz kendine hayran bırakanlardan.
The Smiths - There Is A Light That Never Goes Out / Artık ona söylenebilecek bir övgüm kalmadı. 
O benim öyküm, ne diyebilirim ki...
Carla Bruni - Quelqu'un M'a Dit / Fransızca kalbimin en sadık tutkusu. Çok, çok güzelsin...
Feist - Mushaboom / Güneşli bir günde dinleyiniz.
Regina Spektor - Hero / It's al-right, it's al-right, it's al-right, it's al-right...
Zooey Deschanel - Sugar Town / Sevimlilik level : 90


En sonda Smiths'in ünlü parçası Please Let Me Get What I Want'ı yeniden yorumlayan grup olan She &Him'in vokalisti de Zooey Deschanel'dan başkası değil :) 
Youtube klibinde gördüğünüz Matthew Stephen Ward ile kurdukları grupları 2006'dan beri aktif. 

Son olarak söyleyebilirim ki 500 Days Of Summer "mutlaka görülmesi gerek" diyemeyeceğim fakat özellikle ben gibi hayat ve aşk hakkında kafa yormayı seven romantiklerin kaçırmaması gereken bir film.
Veya bir filmi sırf müzikleri için bile izleyebilecek olan müzik oburlarının :)

Ben bu kategorilerden ikisine de girdiğim için ve malum parçayla beni tanıştırmasından dolayı 500 Days Of Summer  her zaman övgüyle bahsedeceklerim arasında olacak.

Sevgiler Ponti'den!

Anime Hayattır #7

$
0
0
Animeler, animeler...
Onlar ki çocukça görülerek hak ettiğinden çok daha aşağı seviyelerde değer görmüş, içinden çıkarılacak onlarca ders, onlarca umut ve onlarca eğlence varken nedendir bilinmez pek ciddiye alınmamış yapımlar..

Halbuki adamın hası Gintoki çok doğru söylemiyor mu? (fan girl smiley)


Mutlu haftalar!

Game Of Thrones Finali ve Khaleesi'nin Çilesi

$
0
0
İyi akşamlar ballı kukuletalarım.
Nasıl giriş?
Hahahha gintama fena bozdu beni izleyici, bünyemde bulunan geyik (saçmalamalı gırgır) miktarı tavan yaptı durduramıyorum kendimi. Öhöm!

Bu hafta sonu nihayet Game Of Thrones finalini izleyerek spoiler yeme korkumdan kurtuldum.

Öyle bir hale gelmiştim ki How I Met Your Mother'da Ted'in beyzbol kupa maçı sonuçlarını öğrenmemek için kendi ürettiği duyuları engelleyen zımbırtıdan bir tane de ben üretebilirdim :D
Minik spoilerlarla atlattık neyse ki. O yüzden hala izlemediyseniz en iyisi bu yazıyı okumayın :)

Ben biraz Daenerys Fırtınadadoğan, ateş geçirmez, meeren kraliçesi, Andalların, Rhoynarın ve ilk insanlar'ın kraliçesi, Büyük Çim Denizi'nin khaleesisi, zincirkıran ve ejderhaların annesi hakkında konuşmak istiyorum. (fiyuuuvv)


Khaleesi 3 yıldır Game of Thrones'daki en sevdiğim karakter.
Yaşadıkları, göğüsledikleri, güçlü duruşu ve tabi ki erdemli şekilde sapasağlam hep arkasında durduğu o kutsal amacı sebebiyle her sahnesinde tam bir fangirl oluyorum.

O kadar seviyorum ki o olmasa bu diziyi yine izlerdim fakat bu kadar heyecanla takip etmezdim sanırım. Game Of Thrones'un haddinden fazla karmaşık kurgusu ve tanıttığı zibilyon tane önemli karakteri pek de sevdiğim söylenemez çünkü.

Bu güne kadar hatalı bulduğum tek bir tavrı olmadı. Hep karizmatik, hep iyi, hep mükemmeldi.
Peki ne oldu son bölümde?
Özgürlük savaşçısı, yarı tanrıça khaleesi beybimin karşısına sümüklü bir köle geçip;
"ben özgürlük değil saygınlık istiyorum, beni sahibime geri sat" dedi kabaca.
Hadi bakalım buyur.



İnsanın içinde bulunduğu durum ve şartlar ne kadar kötü olursa olsun alışma ve normalleştirme eğilimi bu isteğin bir parçasıydı mutlak, fakat daha derinlerde yatan ve bu isteğe kimimizin hak vermesine, kimimizin ise kızmasına sebep olacak şey her insanın önceliklerine karar verirken farklı değerleri üstün tutmasıyla ilgiliydi.
Çoğu olayda olduğu gibi bazen özgürlük kavramı bile hem değer, hem de anlam olarak göreceliydi.

Anlamak mümkün değildi aslında. Bir insan elinden alınan en kıymetli hakkı yıllar sonra tekrar verilmişken neden özgürlük yerine tutsaklığı, esareti seçer?
Durdum, düşündüm bu sahneden sonra. Bir süre izleyemedim devamını. Neden yapar?
Açlık, yoksulluk, saygınlık isteği, düşük yaşam standartları. Evet hepsi mantıklı sebeplerdi.

En nihayetinde biz de modern köle değil miydik?
Daha iyi bir yaşam için, saygınlık için, istediklerimize ulaşabilmek ve en temelde hayatta kalabilmek için başkasının emrinde çalışmıyor muyduk? Evet çalışıyorduk.
Ama söz konusu olan benim sınırını çizip "işte burada durmalısınız" diyebildiğim özgürlük alanıma müdahale ise saygınlığın da, standartların da hiçbir önemi kalmazdı gözümde.
Birey olmaktan ve tüm hayati kararlarınla kişisel seçimlerinin senin inisiyatifinde olmasından daha kıymetli ne vardı ki şu hayatta?
Bence hiçbir şey.
Ama başkasına göre de çok şey.



Özgürlük adına bütün bu zorluklara katlanan Khaleesi'de bir adamın kendi hür iradesiyle verdiği kararın önüne geçemezdi elbet.
Geçseydi bu bütün savunduklarına ters düşerdi.

İşte bu noktada insan düşünmeden edemiyor.
Sen hangisisin?
Para, prestij ve saygınlık için özgürlüğünden vazgeçenlerden mi?
Yoksa özgürlüğünü her türlü lüksten ve hatta en düşük yaşam koşullarına katlanacak kadar çok sevenlerden mi?

Ben ikincisiyim. Biraz önce dediğim gibi hepimiz modern köleyiz. O yüzden özgürlüğüm dışında hiçbir hak ve lüks istemediğimi anlatan bir cümle kurup iki yüzlü olmayacağım fakat eminim o adamın yerinde olsaydım, özgürlüğü seçerdim.

Game of Thrones finalindeki bu kısacık sahnede anlatılanlar düşündürücü bir gerçekliğin yanı sıra insana kendini sorgulatan bir manevi durumu da sunuyor.
Özgürlüğe dair klasik vurguların yanında madalyonun diğer yüzünü de gösterdiği için Game of Thrones'un en memnun kaldığım 2-3 sahnesinden biri oldu.



Beni o sahneden sonra daha fazla düşündürerek bu yazıyı yazmama sebep olan sabah okuduğum bir köşe yazısıydı. Bütün duygularıma fazlasıyla tercüman olmuş bu yazıyı okumanızı isterim ;

http://blog.radikal.com.tr/medya-televizyon/devrimci-khaleesinin-burjuvazi-ile-imtihani-64343

"Belli bir yaşın üstündeki insanlar büyük toplumsal değişimlere her zaman ayak diremişlerdir; fantastik kurgularda bile. Sen üç tane ejderhaya hayat ver, şehirlerin fatihi ol, Köle Körfezi'nde özgürlük mücadelesi başlat, ama adam karşına çıkıp ben kendimi efendime satmak istiyorum desin. Gerçekçi mi? Hem de yalan olamayacak kadar"


Ana yüreğini sevdiğim nasıl kapadı yavrularını mağaraya :'(
O işin sonunun ne olacağı en merak ettiğim konulardan biri. Cevabını 1 yıl sonra alıp alamayacağımı bilmesem de paşa paşa bekleyeceğiz, çare yok.

Game of Thrones jenerik müziğinin nefis bir düzenlemeyle son bölümde karşımıza çıktığı The Children isimli sountrack ile postu sonlandırarak gidiyorum.
Çok özleyeceğim seni kadın...

Valar Morghulis!

Turgut Uyar / Denge

$
0
0
Ve ben yine bir şiire aşık oldum.
Bir yerlerden anımsamama rağmen ilk kez okumuşçasına hem de.

Şimdiden mutlu hafta sonları!

Fotoğrafın postu : http://pontinintakilari.blogspot.com.tr/2012/07/dondum-postu.html


Denge
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Tanrınız büyük amenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba

Bütün ağaçlarla uyuşmuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama sokaklar şöyleymiş
Ağaçlar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yan gelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle dövüşemem
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım

Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
Ama sizin adınız ne 
Benim dengemi bozmayınız

Turgut Uyar


Efektleriyle Bunaltan Film / 300: Bir İmparatorluğun Yükşelişi

$
0
0
Merhabalar!
Biraz önce izlediğim ve büyük hayal kırıklığı yaşadığım 300 : Bir İmparatorluğun Yükselişi filmi hakkında kısa ve öz bir eleştiri yazısıyla geldim.





Filmi izlememin 2 sebebinden büyük paya sahip olanı tabi ki Eva Green idi. Hayranlığımı çok kez dile getirmiştim. İkincisi ise 1. filmin tüm abartısına rağmen keyifli bir savaş filmi olmasıydı.
Fakat ne Eva Green yetti filmi izletmeye, ne de önceki filmin sevdiğim mistik havası vardı.

Önceki filmde çoğu kişi şu fırlayan kan sahneleriyle dalga geçmişti. Ben ondan bile keyif almıştım. Mistik bir filmdi nihayetinde, tabi ki abartı olacaktı.
Şimdi o sahnelere gülenleri 2. filme davet ediyorum ki abartı ne imiş görsünler.



Ben bir filmde bu kadar abartılı işlenen bir savaş teması görmedim. O fırlayan kanları aratacak şekilde kılıç daha adamın 5 cm yakınındayken delik açabiliyordu.
Ve açtığı delikten kızılayın 1 yıllık kan ihtiyacını karşılayacak öyle bir kan fışkırıyordu ki artık gülmemek elde değildi.
Bir at yanan bir geminin üzerinden koşup denize atlıyor, oradan tekrar düşman gemisine çıkıyordu!
Sürekli deniz savaşları olduğu için dalga ve su sahne efektlerinin abartısı gemileri görememenize neden oluyordu bazen.
Ve şu ilk filmde çokça sevdiğimiz yavaş çekim sahneler. O kadar fazla ve yanlış açıyla kullanılmıştı ki normal sahne görmek istiyordunuz artık. Savaş yavaş çekim, bakışlar yavaş çekim. Gerçekten can sıkıcıydı.



30 dakikada bir motivasyon konuşması yapılıyor.
"Burayaaa onurlu bir ölüm için geldiiik""voohhaaaa"
İyi güzel de öl be canım, öl de kurtulalım bu ne sürekli gaz gaz gaz.

Filme sürekli bir "yağmur ha yağdı ha yağacak" havası hakim. Daha doğrusu ilk filmde kullanılan sıcak sarı tonlama bu filmde yerini mavi soğuk tonlamaya bırakmış. Genelde deniz savaşları izletildiği için bu tercih edilmiş fakat bu seçim hali hazırda diyaloğuyla olsun, kurgusuyla olsun bunaltan filmi daha da berbat bir hale getirmekten başka bir işe yaramamış.
Denge denen bir şey yok sürekli kasvet kasvet kasvet. Amacını aşmış artık.

Ve son olarak müzik. Müzik bir filmi doğru kullanımıyla yücelteceği gibi yanlış kullanımıyla da tam tersine batırabiliyor. Konuşmaları bastıran yüksek sesli ve gürültülü bir savaş müziği sahneye odaklanmayı imkansızlaştırıyor. Düşman birbirine 1 km yaklaşsa o boğucu müzik gümbür gümbür giriyor manasız şekilde.
Yahu sevişme sahnesinde bile aynı savaş müziğini kullandılar! Ne diyeyim artık sapla samanı ayıramamanın bu kadarı!

Filmin heyecanlandığım ve keyif aldığım tek kısmı tanrı kral Xerxes'in doğuşunu anlatmasıydı. 
O da 10-15 dakikalık bir sahneydi zaten.


Eva Green yine iyiydi. Pers ordusunu yöneten deniz komutanı Artemisia rolü ile tekrar hayran bıraktı kendine fakat böyle bir filmin içinde gördüğüme üzülmedim değil. 
Bu kadına kötü rol yakışıyor. O donuk bakışları ve kararlı gözleriyle kusursuz bir kötüydü.
Hele ki bir adamın kafasını kestikten sonra kaldırıp öpmesi vardı ki içindeki kini anlatan harika bir sahne idi.






Bu kadar. Yine pek kısa olmadı ama hakkında araştırma yapıp yönetmenini, senaristini size aktarmak isteyeceğim bir film olamadı 300: Bir İmparatorluğun Yükselişi. Hele ki ilk filmin devamı ünvanını taşıyabilen bir film hiç mi hiç olamadı.

Imdb'de aldığı puanı bana göre zerre kadar hak etmiyor. 
Filmlere puan verecek kadar sinema konusunda yetkin olduğumu sanmıyorum fakat benim puanım 5'ten öteye geçemedi. Oda Eva Green'in oyunculuğu hatırına.

Mutlu pazarlar!

Natalia Oreiro / Natalia Oreiro Albüm Tanıtımı (1997)

$
0
0
Günaydıııın (Tam bir seda sayan!)
Nasılsın izleyici?
Millet mis gibi sahil ve deniz fonlu içecek fotoğraflarını paylaşmaya başlamışken mutlu musun klimalı ofisinde?
Bak dua et, o klimayı bulamayanlar da var :D

Neyse.
Sana yazın sıcağını ve sahilin huzurunu az da olsa hissettirecek bir albümle geldim bu sefer.
"Ponti 97 yılında çıkan albümün tanıtımı mı olur?" deme izleyici.
Bilen bilir ki bu blogda her şeyin eskisi makbuldür.

Albüm sanatçının 1997'de çıkardığı ilk albümü. Eğer latin-pop tarzını seviyorsanız size her ortamda çok keyifli vakit geçirtebilecek şarkılarla dolu.
Zaten benim gibi latin müziğini çok sevenler eminim benim kadar zevk alacaktır dinlerken.





Natalia Oreiro seveninin hemen hatırlayacağı üzere 97 yılında Kanal D'de yayınlanan pembe dizi Vahşi Güzel'in (Muneca Brava) baş karakteri Milagros olarak girmişti hafızamıza.

Ve o ters taktığı şapkası, sempatik hareketleri, kızıl uzun saçları ve tabi ki kusursuz masumiyetinin parlattığı güzelliğiyle bir daha da çıkmadı aklımızdan. Hala ülkemizde geniş bir fan kitlesine sahip. Onlardan biri de benim tabi ki.
Onun sesini, bakışını, her şeyini çok seviyorum. E anıların da rolü var elbet bu sevgide. Zamanında şu postta bahsetmiştim Vahşi Güzel dizisiyle ilgili duygularımı.

Albümün bütün şarkılarını beğenmediğim sürece bloğa taşımıyorum. Her bir şarkı benzer gibi görünse de tadı ayrı. Çoğu da Vahşi Güzel dizisinde kullanıldı o zamanlar.
Albüm sırasına göre değil kendi beğenime göre sıraladım.

Keyifli dinlemeler, mutlu haftalar efendim^^


1 - Nada Mas Que Hablar





2 - Me Muero De Amor 




3 -  Uruguay


4 - Cambio Dolor



5 - Sabrosito Y Dulzon




6 -  Vengo Del Mar




7 - Huracan




8 - Valor




9 - De Tu Amor




10 - Se Pego En Mi Piel





11 - Y Te Vas Conmigo




12 - Que Si, Que Si





Bonus - Como Te Olvido
Bu albümle alakası olmayan, başka bir albümünden klibiyle birlikte çok sevdiğim bir parçası



O hala çok güzel, çok asil... 


Cem Yılmaz'ın Twitter İle İmtihanı

$
0
0
Merhaba millet.

Cem Yılmaz'ı çok severim. Ama öyle böyle değil. Çok.
Bana göre Türkiye'de daha kaliteli bir stand-up sanatçısı yok. Hatta tiyatro üstadlarını saymazsak komedyen de yok diyebiliriz. Diğer adını bile anmak istemediğim 3. sınıf komedyenlerle karşılaştırıldığı zaman neremle güleceğimi şaşırıyorum.
Stand-up'larını 10-15 defa izlemişimdir. İşimi yaparken açarım arka planda beni güldürmeye devam eder.
Biriyle konuşurken pat diye bir esprisi aklıma gelir, rezil olurum. Öyle seviyorum.

Şimdi gelelim konuya.
Twitterda Türkiye'nin en çok takip edilen ünlüsü olma ünvanını taşıyan fakat bu güne kadar 1 tane bile tweet atmamış olan Cem Yılmaz, geçen haftalarda herkesi şaşırtarak twitterı aktif şekilde kullanmaya başladı.

Fakat gelin görün ki stand-uplarındaki kaliteli esprilerine alışan hayran kitlesi büyük hayal kırıklığına uğradı çünkü Cem Yılmaz tweetleri beklenilen espri kalitesinden çok uzaktı.

Bu neyi kanıtlardı veya neyi değiştirirdi?
Kafamızdaki Cem Yılmaz'ın değeri düşer miydi bu olayla?


Bunun cevabı da herkese göre değişti, her zaman olduğu gibi.
Kimisinin gözünde büyük değer kaybetti, kimisi önemsiz buldu üstünde durmadı, kimisi ise twitter esprilerini de beğendi.

Benim Cem Yılmaz sevgimi ise zerre kadar etkilemedi bu olay.
Çünkü çok iyi bildiğim, hatta bilmekten öte birebir tecrübe ettiğim bir gerçek var ki o da yazım dili ile konuşma dilinin birbirinden apayrı iki dünya olduğu...

Ben eskiden beri yazıyla daha iyi ifade ederim kendimi. Daha "ben" olurum. Demek istediğimi en can alıcı detayına kadar daha iyi vurgularım. Ama konuşmada daha zayıfım. Bir türlü istediğim gibi olmaz, yazı gibi içime sinmez anlattıklarım.

Aynı şekilde başka birinde de bu iş tam tersi bir hal alabilir. Ben, konuşurken hayranlıkla dinleyeceğiniz kaç kişinin yazım dilinin ortalama bir kezbandan öteye gidemediğini gördüm.

O yüzden bir insanın yeteneği hangi yönde parlıyorsa onu orada eleştirmeyi daha uygun buluyorum.



Yetenekli bir insanın hayranlık duyulası kabiliyetlerini göz ardı edip,  başarısız olduğu bir yönde
"biz bu salağa mı gülmüşüz onca yıl" , "meğer ne kadar da aptalmış" , "valla rezillik" 
gibi cümlelerle eleştirmek bana göre akılsızlıktan ve vizyonsuzluktan başka bir iş değil.
Biraz geniş düşünebilen herkes o meşhur sözdeki gibi bir filin ağaca tırmanma yeteneğine göre sınava çekilemeyeceğini bilmesi gerekir.
İşin içine beden dili, ses tonu ve mimik gibi unsurlar girdiğinde iletişim bambaşka bir hal alır.

Sıradan insanların bit kadar mesleki ünvanlarıyla gece gündüz egosunu pompaladığı bir dünyada, dünya çapında en çok takipçisi olan ilk 500 kişi arasına giren + Türkiye'de komedi denilince akla gelen ilk kişi olarak Cem Yılmaz egosuna yenilmiyor, "ya benim şimdi buraya çok zekice şeyler yazmam, herkese giydirmem lazım" diye kasılmıyor ve çatır çutur içinden ne geldiyse yazıyorsa ben onun samimiyetini severim!

Cem Yılmaz böyle çocukça bakış açılarını ve kompleksleri aşmış nefis bir insan olduğunu bir kez daha kanıtladı bu olayla. Onu şimdi daha çok seviyorum.

Yeterince Cem Yılmaz avukatlığı yaptıysam biraz tweetlerine bakalım.
İlk gördüğümde "yok artık" tepkisini verdiğim, onun yazdığına inanamayıp hesabı çalındı sandığım tweetleri bunlar. :)
Samimiyetine sağlık, yazmak istemiş yazmış.





Espri yapmak zeka işidir, elbette. Eğer ki Cem Yılmaz bizi yıllardır güldürmeden karşıma bir twitter fenomeni olarak çıksaydı belki de bu esprilerle dikkate bile almaz, bu ne yahu der yüzüne bakmazdım.
Ama bu adam artık kendini kanıtlanmış bir adam. Yani bırakın da saçmalama hakkını saklı tutsun.
Herkes istediği gibi düşünüp yazmakta elbetteki özgür.
Ben sadece bkz: cem yılmazı rahat bırakın deyip ağlayan kız görevini üstlenmek istedim onu çok seven biri olarak :)

Son söz olarak şunu demek istiyorum ki, biz oturduğumuz yerden bik bik Cem Yılmaz tweetlerini eleştirirken bir ülkenin gençliğinin neredeyse tamamı yıllar sonra bile hala Cem Yılmaz esprileriyle kız tavlamaya devam edecek.
Bu da onun sanatını anlatmaya yetecek en güzel örnek sanırım.

Bu yazının videosu da son gösterisinin en sevdiğim bölümü olsun :D
Herkese iyi geceler!



Girne Amerikan Üniversitesi ile Kıbrıs’ı Kazan, Kıbrıs ve İngiltere’de Oku!

$
0
0
Girne Amerikan Üniversitesi, "Kıbrıs’ı Kazan, Kıbrıs ve İngiltere’de Oku" sloganı ile bütünleşen ve yurtdışı kampüsleriyle de öğrencilerine üç farklı kıtada eğitim fırsatı sunan öncü bir üniversite.
Eğitimde mobiliteye verdiği önem ve uluslararasılaşma sürecinin bir göstergesi olarak Girne Amerikan Üniversitesi; İngiltere, ABD ve Hong Kong’dan sonra küresel kampüslerine bir yenisini ekleyerek Türkiye’de İstanbul yerleşkesini hizmete açmıştır. Bu süreçte Girne Amerikan Üniversitesi, öğrencilerine 3 farklı kıtada eğitim imkânı sunmakta ve "Üç Kıta Tek Üniversite" sloganı ile de bir dünya üniversitesi olma noktasında bir hareketlilik içerisinde olduğunu kanıtlamaktadır.



Kazandıkları ÖSYM bursları ile GAÜ’ye yerleşen öğrenciler, Girne Amerikan Üniversitesi’nin yurtdışı yerleşkelerinde aynı burslarla ve ek ücret ödemeden programlarıyla uyumlu dersler yada ELA’da (English Language Academy) İngilizce dil eğitimi alıyor; geri döndüklerinde ise yurtdışında aldıkları dersleri GAÜ programlarındaki ders yükümlülükleri yerine saydırarak eğitimlerine devam edebiliyorlar.
Eğitimde 30 Yıl...
Geçtiğimiz günlerde görkemli bir törenle 30. Onur Yılı’nı kutlayan Girne Amerikan Üniversitesi için bu sene oldukça özel bir yıl. GAÜ, 2014-2015 Akademik Yılında tam 2260 yeni öğrencisine 7 yıl boyunca kesintisiz ÖSYM Bursu verecek.
GAÜ sosyal ağlarda da çok aktif; bu sene tercih dönemi boyunca facebook.com/girneamericanüzerinden tüm kampüsler ve öğrenci hayatı ile ilgili herşeyi paylaşıyorlar ve tüm sorulara resmi sayfa üzerinden cevap veriyorlar. Twitter takipcilerini de unutmamışlar @girneamericanüzerinden en güncel paylaşımları takip edebilirsiniz.
GAÜ, şu anda küresel dünyanın yükselen meslekleri Denizcilik, Havacılık, Sahne Sanatları, Hukuk, İleri Mühendislik Disiplinleri, Güzel Sanatlar, Mimarlık, İç Mimarlık, Uluslararası İşletme, Uluslararası İlişkiler, Psikoloji, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik, Türkçe Hukuk, Çin Dili ve Edebiyatı, Gastronomi ve Mutfak Sanatları, Sınıf Öğretmenliği, Sağlık Yönetimi, Ergoterapi, Enerji Sistemleri Mühendisliği, Ebelik, İnşaat Mühendisliği ve Sivil Havacılık Ulaştırma İşletmeciliği, Pilotaj gibi programları barındıran; 9 Fakülte, 6 Yüksekokul, 2 Enstitü ve  2 Meslek Yüksekokulu’nda olmak üzere , 69 Lisans 21 Önlisans 48 Yükseklisans ve 17 Doktora programı sunmakta.
GAÜ’den saygın dünya üniversiteleri ile akademik işbirliği ve değişim programları fırsatı!
Girne Amerikan Üniversitesi, kampüsleri ve 200’ü aşkın dünya üniversitesiyle sürdürdüğü öğrenci değişim programları kapsamında, öğrencilerine yaşam boyu hatırlayacakları deneyimlerin kapılarını açmakta.
Uluslararası Denklik ve Tanınma
Girne Amerikan Üniversitesi sağladığı eğitimin kalitesini sürekli olarak geliştirmek için akreditasyonlarını ve üyeliklerini yenilemektedir. GAÜ yerel olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yükseköğretim Planlama, Denetleme, Akreditasyon ve Koordınasyon Kurulu YÖDAK ve Türkiye Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından tanınmaktadır. Ayrıca dünyanın bir çok saygın denklik kurullarından akredite olan GAÜ’nün bir çok uluslararası üyeliği de bulunmaktadır.
Girne Amerikan Üniversitesi Eduniversal’ın En İyi Üniversiteler sıralamasında yer almaktadır. Avrupa Birliği Yükseköğretim Sistemi içerisinde üniversite eğitimini denetleyen uluslararası eğitim kuruluşu Eduniversal, 153 ülkeden 12 bin yükseklisans programının incelenmesi ve 100 bin öğrenci ile yaptığı “En İyi Yükseklisans Eğitimi Veren Üniversiteler” araştırmasının sonuç raporuna göre GAÜ "En İyi Yükseklisans Eğitimi Veren İlk 100 Üniversite" arasında gösterilmektedir.
GAÜ, YÖK onaylı programlarıyla geleceğin pilotlarını yetiştiriyor
4 yıllık Pilotaj eğitimi alan öğrenciler, GAÜ İstanbul Yerleşkesi Uluslararası Havacılık Akademisi’nde similatör ve uçuş derslerini tamamlayarak Pilot olma hakkını kazanıyorlar. GAÜ’nün, uluslararası standartlarda verdiği eğitimle yetiştirdiği öğrenciler, önümüzdeki 20 yılın en gözde mesleklerinden biri olan havacılık sektöründe kolaylıkla iş bulabilecekler.
Kıbrıs, dünyanın en güzel adalarından biri!
Kıbrıs Dünya’nın en güzel adalarındandır ve iklimi sayesinde bir tatil ülkesinde eğitim alma şansınız var, üniversite kampüsü plajlara çok yakın mesafede bulunmakta ve kampüse çok renkli bir yaşam hakim. GAÜ, adanın en turistik sahil kenti olan Girne’de kendisine özel plaj ve uygulumalı 5 yıldızlı oteli ile öğrencilerine eşi benzeri olmayan bir eğitim fırsatı sunmaktadır.
Peki kampüste hayat mı nasıl? Tanıtım filmleri için youtube.com/girneamerican ve vimeo.com/girneamerican
Bir boomads advertorial içeriğidir.

Pontistagram #3

$
0
0
Merhaba millet.
Bu aralar Instagramda kelimenin tam anlamıyla kendimi kaybetmiş durumdayım. O yüzden bolca fotoğrafla geldim, seyretmesi sıkıntı değil de zevk verirse ne mutlu bana.

Tabi bunun en büyük sebebi aylar süren hasretten sonra nihayet fotoğraf makinemi almış olmam. İnanılmaz mutluyum.
Vermek istediğim tavsiyeler olduğu için bu konuda ayrı bir post yapacağım.
Hadi başlayalım.











Geçen haftalarda hayatımda ilk defa yaylaya gittim (^_^)
Yukarıdaki 6 fotoğraf da o günden.
Gittiğimiz saat tam öğle saati olduğu ve benim de lensimle henüz kaynaşamamamdan dolayı istediğim sonuçları pek alamamıştım.
Tam akşam güneş batarken sazlıkların olduğu mükemmel bir yere geçiş yaptık. Işık güzel, sahne güzel.
Fakat ne oldu biliyor musun izleyici? Makinenin pili bitti! (-_-')
Haaaayıııııııııır diye bir bağırmışım ki sahne birden sepya oldu sanki.
Öyle bir hüzün, öyle bir üzüntü.

Bu güzel köy çocukları da son karelerimden biri olarak bana kaldı.
Eve gelip o kızın gözlerine uzun uzun baktıkça, pilim bitmeseydi dahi o gün çekeceğim hiçbir fotoğrafın zaten bundan daha güzel olamayacağını gördüm.

Ne kadar değerli olduklarının kimse farkında bile değildi...

.........................................................






İş dönüşü hastaneye bir akrabaya geçmiş olsuna giderken Hamaönünde biraz eşimi beklemem gerekti.
Fırsat bu fırsat biraz fotoğraf çekeyim dedim tabletle dahi olsa. Şansıma güneşin en güzel olduğu akşam 6 saatleri olunca, tabletten dahi bu güzel kareler çıktı. 
Ankara'nın şimdilik fotoğraflamaya doyamadığım tek yeri Hamamönü sanırım.

Şu kediyi öperken de çekilmem lazım, içimde kaldı (^.^)
.........................................................




Argh! Yüzüklerimle aşk yaşıyorum. 
Eklem yüzüklere aşık olduğumu hep söylüyorum. Bu çeşitli kalınlıklardaki düz modelleri uzun süredir aklımdaydı, hep anlattığım perşembe pazarında tanesi 2 tl'ye buldum.
Hep soran oluyor o yüzden açık adres verdim :)

Haritada işaret parmağımın ucunda Türkiye olması ise tamamen tesadüf (O_o)
.........................................................




Kapalı bir kapının arasından izinsizce geçen, aydınlanmayacak gibi duran bir günde bulutların arsından sızan, bitmeyecek gibi hissedilen bir hüznü birden aydınlatan ışığı çok seviyorum.
Onların izlemeye doyamadığım oyunlarını da.
.........................................................







Zaman ayıramayıp hakkıyla yapamadığım yeterince hobim yokmuş gibi son zamanlardaki yeni uğraşım : nail art.
Videolar, nail art ojeler, oje blogları üçgeninde saplantılı biçimde turluyorum.
Hele ki zamanını seven pinterestte nail art etiketini aratmasın bakın çok ciddiyim (mağdur smiley)
Ama az çok elim alıştı, bir şeyler öğrendim sanki :)
Özellikle sondaki nefis modele ba-yıl-dım. Üçgenlere olan tutkum malum. Sık sık kullanacağım. 
.........................................................





Sosyal medyada yemek paylaşmayı pek sevmiyorum. Sebebi de insanların canının çekmesi ve o an ulaşamamalarının yanında, hatta ondan çok görgüsüzlük gibi gelmesi. Bak bunu yedim, bunu içtim.   Ne bileyim, hoş bir görüntü değil gibi.
Kırmızı biber salatasının renklerinin güzelliğine dayanamadım.
Tarçınlı elmayı ise yeni keşfettiğim için yayınladım. Ara öğün olarak elma yemekten sıkılanlara alternatif. 
Benim gibi düşünemeyen olur diye :)
.........................................................





Tanıdıktan sonra çok sevdiğim, klasik kozmetik bloglarının "inşallah cnm yaa" kafasından uzak duyarlı, sevimli bir blogger olan Miss Poine'in çekilişini kazandım. Güzel paketimdeki en heyecanla beklediğim parça ise bu far paletiydi. 
Gelir gelmez yamuk eyeliner'lı bir gökkuşağı makyaj denemesi yaptım.
İşten gelmiştim. Yorgundum. Yoksa daha güzelini yapardım tamam mı? (umutlu smiley)
.........................................................





Her türlü kawailiğin başımın üstünde yeri var. heheh.
Karakter Sevimli Canavarlar Üniversitesi animasyonundan^^
.........................................................





Spotify'de liste yaptım ilk defa. Yalnız parça yüklenmediğini bilmiyordum o hayal kırıklığı oldu. İstediğim bazı parçaları bulamadım fakat yine de bu listeyi büyütmeyi kafaya koydum.
Bana hayal kurduran her türden müziği tek listede topladım.
Şurada : Tık
.........................................................




Pazara danandığımdan beri kumaş alma hastalığım hortladı.
Ama lütfen söyleyin:
Bu kumaş "beni tablo yap" diye haykırmıyor mu?
.........................................................






#shelfie akımını biliyor musunuz? Selfie değil ama, Shelfie.
Shelfie, objelerin raf üzerine estetik şekilde dizilmesiyle oluşan görüntünün instagramda paylaşılan versiyonlarına verilen isim. Çok sevilesi örnekleri var. Şunlar gibi.

Ben de bana uyacak şekilde 90'lar cdlerim ve kasetlerimle katıldım bu akıma. 
Bir de eşime doğum gününde aldığım en sevdiği filmin puzzle'ı ile (^_^) 

Tabi ben bunları her zamanki gibi aramızdaki yanına en negatif yaklaştırmayan sevgi bloggerı, sanat insanı Ben Raif'ten öğrendim. Sağolsun. Gene :)
.........................................................







Elinde ayıklanıp kavanoza doldurulmuş kirazlarla gelen bir eşe "diyetteyim, yiyemem" diyen kadın bizden değildir. (hem de ne yedi)


Bitmiş.

Yeni Pontistagramda, daha güzel fotoğraflarla, haftaya aynı gün, aynı saat...
Öhöm. Görüşürüz izleyici.

Serinin diğer postları : Pontistagram #1 /  Pontistagram #2
Hesabım da şuymuş : http://instagram.com/deryaponti


Bu şarkı böyle, bir garip tadı var anlatması zor. Son tatil günü sabahı gibi sanki.
Huzurlu ama hüzünlü.

Noragami Rabo Maskesi (Diy)

$
0
0

Merhabalar!
Diy projesiyle bloğa gelmeyeli uzun zaman olmuştu. Bloğu ilk açtığım zamanlar takı ve el işi üzerine ne kadar diy hazırlardım hatırlıyorum da. 
Zaman geçtikçe insan da, zevkleri de değişiyor. Eskiden bir yerde duracak zannederdim ama belki de sadece bana özel şekilde değişmeye devam ediyor. Memnunum da hani, değişiklik her zaman iyidir :)

Neyse, gelelim diy projemize. 
Son biten animeler postumda bahsetmiştim Noragami'deki Rabo karakterinden.  
Güçlü, karizmatik, kötü ve her kötü gibi etkileyici. 
Onun maskesini görür görmez yapılacaklar arasına yazmıştım. Kenarda biriken diy'lerden bir madde silmek çok ama çok mutluluk verici. Çok basit bir maske yapımı olsa da sonuç fotoğraflarından fazlasının burada durmasını istediğim için yapılış hikayesini anlatmak istedim.
Hadi görelim.




Öncelikle suratınızın en ve boy uzunluğundan bir artı işareti çizeceğiz.
Yüzünüzün boyunu ölçün. (Saçın alınla birleştiği yerden çene ucunuza kadar.)
Üstüne 4-5 cm daha koyun ve A4 üzerine bu uzunlukta dikey bir çizgi çekin.
Benim maskemde 24 cm.
Şimdi de iki kulak arası mesafenizi ölçüp aşağıdaki orantıda bir artı olacak şekilde dikey çizginin üstüne o uzunlukta bir çizgi çekin.
Benim maskemde 23 cm.
Artınızı oluşturduktan sonra aşağıdaki şekli artınızın yardımıyla birleştirerek çizin.


Çizdiğiniz şekli siyah 3mm keçenin üzerine koyarak iğneleyin ve kesin.


Asıl rabo örnek resmini baz alarak aynı orantıda bir göz çevresi çizin. Çizdiğiniz kağıdı kesin ve kırmızı 1mm keçeye iğneleyerek en alt tabanı çıkartın.


İşiniz bittikten sonra kalıbın kenarlarından yarım cm keserek küçültün. Bu kalıpla da 1mm beyaz keçeden aynı şekli keserek çıkartın. 


Benim yuvarlak çizmek için kolaylık olsun diye kenarda tuttuğum boy boy kalıplarım var. Siz de etrafınızdaki objelerden kalıbını çıkarttığınız gözün ortasına kolayca oturacak yuvarlak bir kalıp bulabilirsiniz. 
Yuvarlak kalıbınızı kestiğiniz beyaz keçenin tam ortasına oturtarak tükenmez kalemle çizin.


Çizdiğiniz yuvarlağı keçeden kesip çıkartın.


Temiz bir görüntü için çizdiğiniz kısmın tersini çevirerek kullanın.


Sıra ortadaki yuvarlakta. Yine önceki yuvarlaktan yarım cm ufak olacak bir kalıp bulun veya çizin. Ufak bir alan olduğu için zor olmayacaktır. Kalıbı beyaz keçeye iğneleyip keserek beyaz bir yuvarlak elde edin.


Bu parçanın da ortasını hafif oval olacak şekilde çizin. Bu noktada yine ana örnekten yardım alabilirsiniz. Çizdiğiniz yeri de beyaz keçeden keserek çıkartın.


Ve nihayet kesme işlemimiz bitti.
Kalanını anlatmama gerek olmadığını düşündüm. Sonuç fotoğrafına bakarak kestiğiniz kalıpları ortalayın ve keçelerle aynı renkte iplerle en üstten başlayarak alttaki parçaya dikin.
En son ise iki uç arasına kendi kafanıza göre ayarladığınız lastiği dikin.
Bu kadar :)


Mini mini cosplay parçamız hazır. Çok da orjinal olmasa da kullanılabilir olduğunu düşünüyorum.
 Darısı bunu beyaz bir peruk ile takmaya :')

Alttan alttan sırıtan Felaket tanrısı mı olur? (-_-')
Oldu valla.
Korkutan bir bakış atmaya cesaret edemedim açıkçası. ( denedi de olmadı :D )







Bunu bir cosplay'de kullanmak isteyen birine sevinçten kudura kudura verebilirim bilginiz olsun.
Ben hevesimi aldım sayılır. Beyaz peruk alırsam yenisini yaparım :)

Adını bu kadar andıktan sonra karizmatik felaket tanrımız Rabo sahnesi ve an itibariyle özlediğimi fark ettiğim Noragami giriş müziğiyle veda ediyorum.
İyi geceler!





Zeki Demirkubuz Filmleri #1 : Masumiyet (1997) ve Kader (2006)

$
0
0
Herkese merhabalar!

Zeki Demirkubuz'un izlediğim ilk filmi olan Masumiyet, orta yaşlarını yaşayan Bekir, Uğur ve Yusuf'un kırık dökük hayatlarının hikayesini anlatıyor. Her iyi filmden sonra hissettiğim "izlemek için çok geç kalmışım" hissiyatını dolu dolu yaşatan Masumiyet, en başta gerçekçi öyküsüyle izleyicisini içine çeken bir film.

Kader filmi ise orta yaşlarda izlediğimiz Bekir ve Uğur'un hikayesinin nasıl başladığını, yani gençlik yıllarını anlatıyor bize.
Çoğu kişiyle hemfikir olarak Masumiyet'i oyunculuk,kurgu ve senaryo açısında daha başarılı bulsam da Bekir ve Uğur'un hikayesini en baştan dinlemek güzeldi.
Tabi o tanıdık hikaye Zeki Demirkubuz'un izledikçe hayran kaldığım, sıkıcı sanat filmlerinden çok ayrı, hissetmemize yetecek kadar bunaltan gerçeklik anlatımıyla birleşince Kader filminden de çok büyük keyif aldım.

Masumiyet ve Kader, hayatın çoğu kişinin haberdar olmadan sonlandırdığı kirli tarafının çok başarılı anlatılmış hikayeleri olarak kalbimde apayrı bir yer kazandı.
Gözümde bir başyapıt mertebesine erişen Masumiyet ile başlayalım.



Masumiyet

Yıl : 1997
Oyuncular : Haluk Bilginer (Bekir) / Derya Alabora (Uğur) / Güven Kıraç (Yusuf)
Senarist ve Yönetmen : Zeki Demirkubuz
Müzik : Cengiz Onural
Süre : 110 dakika

Konu : Bekir, Uğur ve Orhan (Zagor) aynı mahalleden 3 arkadaştır. Bekir Uğur'a aşıktır, Uğur ise Zagor'a.
Bir cinayet suçu yüzünden hapse giren ve orada da rahat durmayarak sürekli olaylara karışan Zagor'un ardında il il nereye gitse gezen Uğur, en az onun Zagor'u sevdiği kadar onu seven Bekir'i de peşinde sürükleyecektir. Zagor için hayat kadınlığı dahil her şeyi yapmaya göze alan Uğur'un Bekir 'i yanında tutma sebebi hem geçmiş evliliğinden olan kızı Çilem'e bakarken bir destek almak, hem de şarkıcılık yaptığı pavyonlarda bir nevi korumalığını yaptırmaktır. Aralarında çarpık bir arkadaşlıktan başka hiçbir duygusal ilişki yoktur. Tabi en azından Uğur için...
Hapisten yeni çıkan ve gidecek hiçbir yeri olmayan Yusuf'un yolu ise aynı otelde kalmaları sebebiyle Bekir ve Uğurla kesişir. Bu üç kayıp yaşamın öyküsü aynı izbe otelde, olanca gerçekliğiyle bize sunulacaktır.



Masumiyet filmi bir çok film festivalinden en iyi film, en iyi kadın oyuncu (Derya Alabora), en iyi erkek oyuncu (Haluk Bilginer), en iyi yönetmen, en iyi kurgu dallarında ödüller almış bir film.

Oyunculukların gerçekçiliğini hayranlıkla izlerken bu ödüllerin ne kadar hak edilerek alındığını görmemeniz mümkün değil.

En başta Haluk Bilginer'in oynadığı Bekir karakterinin sinirli, kırgın, ezilmiş, yıpranmış halini öyle bir canlandırışı var ki zaten çok sevdiğim Haluk Bilginer'e bu sahneden sonra daha ne kadar hayran olabilirim bilemiyorum.
Filmin tüm çevrelerce bilinen en meşhur sahnesi de yine Bekir karakterine ait. Sekiz dakikalık o efsane tiradı koca bir hikayeyi aklımızda bir film gibi oynatacak kadar başarılı ve gerçekçi.
Hatta sahne o kadar etkili ki filmin sonradan izlediğim belgeselinde Zeki Demirkubuz'un filmin senaryosunu bu tirad üzerine yazdığını öğrendim. Filmin ne senaryosu, ne bir hikayesi varken 5-6 sayfalık bu monolog varmış sadece. Bu da daha bir anlam katıyor bu sahneye benim gözümde.


Belki de başta masum bulacağımız aşklarının peşinde, hiçbir çıkarı olmadan koşan iki insanın kararttığı hayatlar filmin bize sürekli "masumiyet nedir?" diye sormasına neden oluyor.
Aslında herkes masum, herkes değil...

Masumiyet filmini hayatının bir yerinde yoksulluk değil ama "yoksunluk"çekmemiş birinin tam anlamıyla anlayabileceğini zannetmiyorum. Sevgi yoksunluğu, aşk yoksunluğu, sıcak bir yuva, sevgi dolu bir anne... Bunların herhangi birini yaşayıp yaşamın karanlık yüzünü görmemiş biri Masumiyet'i sadece başarılı bir dram filmi olarak görebilir.
Fakat Masumiyet bunların çok ötesinde bize arka mahalledeki gecekondularda yaşanan, büyük çoğunluğun duymak-görmek istemeyeceği gerçek dramı ve her kötünün özündeki masumiyeti anlatıyor.
Baştan yara alan, sevgisiz dünyalarda şekillenmiş yitik yaşamların, su alan bir gemi gibi bir daha dosdoğru ve hatasız olamayacağını belirtiyor bir yandan.



Standart bir bakış açısıyla bakarsak filmdeki tek masumun karakterlerimizin bencillikleri yüzünden hayatları mahvolan Uğur'un kızı Çilem ve Bekir'in karısı olduğunu düşünebiliriz. Fakat biraz daha "masumiyet nedir?" diye irdelediğimizde hiçbir karakteri savunamayacak bir noktaya geliyoruz.
Herkesin hayatındaki iyilik ve kötülükler için haklı ve masum sebepleri var. Sadece kendisinin anlayabileceği...

İnsanın ömür boyu tutkularıyla savaşmak zorunda olması ise filmin anlattığı bir diğer konu. Aşkı hem bu kadar masum, hem de bu kadar korkunç yapan da insanın aşk karşısında bu kadar zayıf oluşu değil mi zaten? Belirli bir nedenle açıklanamayacak bir körlük hali. Bütün iyi ve kötü duyguların eşitlendiği..


Uğur karakterinin iki repliği Masumiyet filminin bana bıraktığı en önemli izlerden oluyor . Spoiler var, izlemeyenler sakın okumasın.

-Sevdim abla ne kötülük var bunda?
....
Ne yapayım suç mu bu?

- Suç tabi ulan, suç tabi suç! Ne sanıyordun? Bekir niye kıydı ulan canına ha? 20 senedir bok kokulu otel odalarında adını bile bilmediğim şehirlerin siktirici yollarında ne arıyorum lan ben? Karılarını bile düzemeyen ibnelerin altında ne işim var lan benim? Parmak kadar çocuk neyin çilesini çekiyor lan? 

- Artık olmasın işte.

- Ne olmasın ulan? Neyine güveniyorsun lan sen? Orada artık adamları düzüyorlar haberin var mı? Üç kuruş için hepsi sıraya geçmiş veren verene. Orospu sadece ben miyim sandın lan? 
Siktir şuradan be. Ceza derler oğlum buna ceza.
Hakim kime kalem kırar düşündün mü hiç? Kimi falakaya yatırırlar, kimi orospu yapıp kimi aç öldürürler? Kim gözünü kırpmadan beynine sıkar kurşunu? Koyun gibi kesilmeyi bekleyen şerefsizler mi? Beş paralık düzenleri için hayatlarını peşkeş çeken pezevenkler mi? 
Söyle lan kim? 
..............................................

Belli etmezdim ama Bekir'le de böyle olurdu. Kıskanması da, delirmesi de için için hoşuma giderdi. Ne pislik mahluk şu insan be... 

                                                                            ..............................................

Tekrar söylüyorum ki hayatı arka mahallelere uğramamış biri için sadece başarılı bir dram fakat öyle olmayanlar için hayatın bütün inançlardan soyutlayan gerçek yüzü masumiyet filmi.
Benim nazarımda artık unutulmayacaklar arasında.

Şurada da oyuncu ve yönetmen anlatımlarıyla filmin özünü çok güzel özetleyen bir çekim hikayesi var. Sanırım 8 bölümmüş ama burada 3'ü var sadece : http://www.youtube.com/watch?v=yPhjubkBzno

.................................................................................................


Kader

Yıl : 2006
Oyuncular : Ufuk Bayraktar (Bekir) / Vildan Atasever (Uğur)
Senarist ve Yönetmen : Zeki Demirkubuz
Müzik : Edward Artemiyev
Süre : 103 dakika

Konu : Masumiyet filminde hikayelerinin sonunu izlediğimiz Bekir, Uğur ve Orhan karakterlerinin gençliği anlatılıyor. Yani hikayenin nasıl başladığını, karakterlerimizin "neden" lerini görüyoruz.




Kader ve Masumiyet filmlerini aynı gün 2 saat arayla izlememe rağmen Kader'de Masumiyet'e yapılan göndermeleri izlerken gözlerim dolduysa bu filmleri zamanında, yani 9 yıl aradan sonra izleyenler neler hissettmiştir düşünemiyorum.

Bekir'i henüz her gününü lanet eder gibi yaşamayan mutlu bir delikanlı iken , Uğur'u imkansız hayalinden vazgeçmemiş, umutları bembeyaz bir genç kızken izlemek gerçekten çok güzeldi.
Kader'i izlemek Kader filminden çok Masumiyet'i yüceltti gözümde.



İki filmde de arka planda meşhur yeşilçam filmi repliklerinin tekrarlanması filmin en etkileyici detaylarından biriydi. Otel sahibinin kendi hayatındaki dramı görmeden Yeşilçamın kendi hayatından çok daha az dram barındıran hikayelerine ağlaması insanın sevebileceği bir kılıf bulduğu sürece kendi duygularına ne kadar da kör olduğunun anlatımıydı belki de.
Kapanmayan kapılar ise her kişide farklı yorumlanabilecek bir diğer detaydı. 


Bir sahnesi dakikalarca süren, donuk ve sıkıcı sanat filmlerini sevmediğimi dile getirmiştim daha önce.
Zeki Demirkubuz filmlerini de öyle zannedip hep erteledim izlemeyi. Hep izlemek, şans vermek istedim ama önceliklerim arasına koyamadım bu sebeplerden.

Blogger arkadaşım Mert Zeki Demirkubuz'un Kıskanmak filmini bloğunda yorumlamasaydı ve ben de onun tavsiyesiyle Masumiyet'i izlemeseydim çok daha uzun süre mahrum kalacaktım bu kadar başarılı bir filmi izlemekten. O yüzden kendisine teşekkürü borç bilirim efendim :)

Şimdi sırada diğer filmleri var. Araya bir kaç tane yalanı bol, pembe bulutları davetkar filmler, diziler, animeler yerleştirdikten sonra Zeki Demirkubuz'un rahatsız edici gerçekliğine döneceğim.

Masumiyet filminin daha hiçbir şey görmemişken bile bize adeta hikayeyi anlatmaya başlayan müziği ile veda ediyorum.
Sevgiler Ponti'den.


Hint Kınası İle Geçici Dövme Yapımı (Diy)

$
0
0
Merhaba izleyici.
Uzun uğraşlar sonunda nihayet başarıya ulaşan hint kınası ile geçici dövme çalışmalarımın hikayesini anlatacağım size. Bu aralar diy'lerden gidiyoruz ya hadi bakalım. (Acısını çıkarıyor)

Tam da mevsimi sanki.
Sahil kenarında, eğlenceli gezilerde vücudunuzda 1-2 haftalığına görmek isteyeceğiniz desenleri kullanmak çok keyifli olacaktır.

Ben önce Fairy Tail lonca sembolünü bileğime yaptım fakat daha sonra Harry Potter'dan ilhamla (şurada ilgili fotoğrafı yayınlayıp kolyesini yapacağımı söylemiştim) ayın hallerini parmaklarıma uygulamak çok daha cazip geldi.
Zaten ilk yaptıklarım başarısız olduğu için de hemen çıktı.
Bunlardan hevesimi aldıktan sonra Fairy Tail'i sıraya koydum tabi ♥

Başarılı olan formülü anlatıp, hem zaman hem de para tasarrufu için yapmamanız gerekenleri sonda söyleyeceğim.
Hadi başlayalım.




Malzemeler:

-Siyah Saç Kınası
-Kına Taşı
-Oksijenli Su
-Bir çimdik şeker
-Yapışkanlı dekorasyon kağıdı
-Makas, Eldiven, Kürdan, Çay Kaşığı, Kap
-Fotoğraflamadıklarım : Allık, Kağıt Yapıştırıcısı

Hazırlanışı (desen şablonu çıkarıldıktan sonra hazırlanacak) : Yarım paket siyah saç kınasını bir kaba alalım. (Uzmanı burada amars markasını öneriyor, benim elimde bu vardı, bunu kullandım.)
Üstüne 2 çay kaşığı toz kına taşı ve bir çimdik şeker koyalım.
Kahve telvesi kıvamına gelene kadar oksijenli su ekleyip, çay kaşığı yardımıyla ezerek karıştıralım.
Karışımımız hazır.


1 - Desen oluşturma

Karışımı hazırlamadan önce desen şablonumuzu oluşturup dövme yapılacak yere uygulamamız gerek.
Öncelikle desenimizi kendimiz çizmeyip hazır bir şekil kullanacaksak boyutunu ayarlıyoruz.

Bir word belgesi açın.
Word'un sağ altında bulunan zoom işaretçiği bazen %100'de, bazen de %80'de tam bir A4 boyutunda oluyor. Çözünürlüğe göre değişiyor bu.
En kolay yol bir A4 alıp ekrana tutmak ve fotoğraftaki gibi birebir uyana kadar zoomu azaltmak veya yükseltmek.
Eğer bu ayarı yapmazsanız desen yazıcıdan gördüğünüz büyüklükte çıkmayacaktır.


Ayarımızı yaptıktan sonra desenimizi Word belgesine sürükleyip bırakıyoruz.
ve artık neremize yapacaksak o kısma göre göz kararı büyüklük ayarını yapıp yazıcıdan çıktı alıyoruz.


Desenimizi kağıttan titizlikle kesip çıkarıyoruz.
Ve şablonumuz hazır.


2 - Desenimizin arkasına kağıt yapıştırıcısını sürüp yapışkanlı dekorasyon kağıdımıza yapıştırıyoruz.



Yine aynı şekilde detaylara dikkat ederek yapışkanlı kağıttan desenimizi kesip çıkarıyoruz.
Bu noktada ben yukarıda görünen makasla bile zorlandım, daha ince uçlu bir makas kullanmanız daha iyi olacaktır.
Önündeki yazıcıdan çıkan ve arkasındaki yapışkanı açan kağıdı kaldırıp, yapışkanlı kağıdı dövme uygulayacağımız bölgeye yapıştırıyoruz.



3 - Yapışkanlı kağıdın etrafına bolca allık sürüyoruz. Özellikle ince detayları olan yerlere fırçayı bastıra bastıra uyguluyoruz.
Bu noktada söylemeliyim ki genelde şablonlar şuradaki yöntemle çıkarılıyor araştırdığım kadarıyla. Fakat o yöntem bana hayli zahmetli ve riskli geldi. Yok kayıyormuş tam çıkmıyormuş filan uğraşmaya değmez.
Desenimin keskin hatlarından da güç alarak ben bu yöntemi uydurdum.
Sizin deseniniz daha detaylı  ise muhtemelen link verdiğim yöntem daha iyi olacaktır.


4 - İşte tam bu sırada yukarıda anlattığım karışımımızı hazırlayabiliriz. Önceden hazırlarsak kurur.
Yeşil rengi sizi korkuya düşürmesin :)



5 - Karışımı hazırladıktan sonra yapışkanlı kağıtlarımızı çıkarıyoruz.
Ve desenimiz gayet açık ve net şekilde ortaya çıkıyor.



6 - Bir kürdan yardımıyla özenli şekilde kınayı desene uyguluyoruz.
Bu kısımda bazı yerlere kürdan bile kalın geliyor. O yüzden ucunda kuruma yapması sebebiyle sık sık kürdan değiştirin ve kaptan kına alırken en ıslak yerlerinden almaya dikkat edin.
Veyahut bir iğne tersini kullanabilirsiniz.
Kınayı ince bir tabaka halinde değil de elinizden geldiğince bol sürün.
Aşağıdaki ay deseninde olduğu gibi kuruması sizi yanıltmasın, mutlaka -en az- 4 saat bekleyin.



Bu da ay şablonunun uygulaması.
Ayların eşit olduğundan emin olmak ve fazladan zahmete girmemek için önce bir tarafa yapıştırıp allık sürün, daha sonra yapışkanları çıkarıp diğer tarafa aynı işlemi uygulayın.



İşlemlerimiz bitti. Geriye en sıkıntılı süreç olan beklemek kaldı.
Sonuçları görmeden önce 2 haftadır başıma gelenlerden ve başarısızlıklardan bahsetmek istiyorum ki aynılarını siz yapmayın.

Öncelikle şu aşağıdaki gerizekalı ürünü sakın almayın.


Kına taşı almak için gittiğim dükkandan bunu almış olarak çıktım oh iyi hiç uğraşmam mantığıyla fakat sonuçları çok kötüydü. Üzerinde 1 saat bekleyin yazıyordu, ben 2 saat beklememe rağmen sonuç aşağıdaki gibiydi.
Yeşil gözünüze hoş geldiyse 2 defa elimi yıkamamla dövmenin uçup gittiğini de eklemem gerek sanırım :)


İkinci kötü tecrübemi ise siyah saç kınasını sadece suyla karıştırarak uygulamamla yaşadım.
Yukarıda görünen fairy tail şablonuna sürdüğüm saç kınasını da 4 saat beklettim.
Fakat çıkan sonuç gri ve boşluklardan dolayı çatlak desenliydi.
Bu da üstteki kadar olmasa da biraz zorlamayla hemen silindi gitti.


Araştırmaların sırasında yazlık yerde geçici dövme yapan birinin verdiği yukarıdaki tarifi görünce en son onu denedim. Ve nihayet başarı geldi.
Gelelim sonuçlara :)










Siyahlığı ve yoğunluğu ile tam istediğim gibi oldu. Gördüğüm tek hata desenin acemiliğimden dolayı çok düzgün hatlarla uygulanamamış olmasıydı. O da kürdandan daha ince bir alet kullanmam ile çözülür diye düşünüyorum.

Şimdi aklımdaki tek soru ne zamana kadar siyahlığını koruyacağı.
Elimden geldiğince sabun ve benzeri kimyasallar dokundurmamaya çalışıyorum fakat söz konusu uzuv el olunca zor tabi.
Silinmeye başladığında yeni fotoğraflarla bu postu güncelleyeceğim.
Kendisiyle aşk yaşadığımdan dolayı yayınlamak için o süreci bekleyemedim açıkçası :)

Dinlemekten bıkmadığım bir parçayla daha iyi akşamlar dileyerek kaçıyorum.
(Not: Lütfen 1:04'e kadar şans veriniz)

Sevgiler Ponti'den!

Başarılı Bir Blog Tanımak ve Kitap Çekilişi'ne Katılmak İster misiniz?

$
0
0
Merhabalar.
Bu Kaçıncı Oldu Hatırlamıyorum bloğunun sahibi Mert ilk çekilişini yapıyor.
Kendisinin bloğu okumaktan her zaman keyif aldığım, her yazısıyla beni illa ki güldüren, her hikayesini hevesle okutan, bloglovin dışında kontrol edilmek üzere aklımda hep bulunan bir kaç blogdan biri.

Yazım dili ve oturttuğu tarzıyla da bana göre başarılı bir blogger.
Ve bunu kafa yapısı ve karakter olarak anlaştığımız için söylemiyorum, bloğunu okumaktan çoğu kişinin keyif alacağına eminim :)
Gelelim çekilişine. 2 tane kitap hediye ediyor Mert.
Ben de özellikle yürüyen Şato için katılacağım. Kırmızı Pazartesi'nin eski basımı da olsa var bende çünkü.
Daha Miyazaki'nin filmini izlemeden kitabını okumuş olurum belki de.



Katılmak isterseniz şöyle alalım : http://blogcunundefteri.blogspot.com/2014/07/ilk-cekilisime-katlr-msnz.html

Herkese mutlu hafta sonları!

Söz! Bu Mim Blog Aleminin En Kısa Mimi Olacak!

$
0
0
Merhaba izleyici.
Mim okumaktan ve cevaplamaktan hoşlanıyor musunuz?
Buna en anti-mimcilerden ve mim aşıklarından cevap istiyorum.
Sizce mim postları blog kalitesini düşürüyor mu? Veya bu tür yazıları kalitesiz içerik olarak mı algılıyorsunuz?

Ben mimlere pek sıcak bakmayanlardanım hep söylediğim gibi.
Abidik gubidik sorulara verilecek cevabın gereksizliğinin yanı sıra kime ne gibi bir şey katacağını umuyorlar anlamak mümkün değil. Öyle bir mim gelirse kibarca reddediyorum.

Titania beni 5 Kelime 5 Cevap mim ile mimlemiş.
Kısa tutarsam birlikte eğleneceğimizi düşünüp yapmak istedim.
Go!



AŞK

Ne geçici ne kalıcı. 
Ne var ne yok.
O hiçbir yerde, o her yerde. 
O kedi, o köpek, o bulut, o koku.
Aşk diye sorana cevap verilmez.
Aşk dilsizdir.
















............................................................................



HAYAT

Gereksizlikler toplamı.

















 ............................................................................




UMUT

Zehir. 
Sonra panzehir.

















............................................................................
                                                        



ACI


Adaletsiz bir tanrı.


















 ............................................................................




GÜLMEK

Gereksiz hayatın en bir güzel yanı :')








 ............................................................................


MUTLULUK
Kedi patisi.


















Söz verdiğim gibi en kısa mim postu oldu değil mi? :)
İyi geceler!



Anime Hayattır #8

Bir Başarı Olarak Harry Potter Serisini Bitirmek

$
0
0
Merhaba!
Bitirdiğime hala inanamayan bir ruh haliyle, geçen hafta sonu Harry Potter serisini bitirmiş bulunuyorum izleyici.
Ve bu benim için gerçekten büyük başarı.
Aklımda sürekli dönüp duran ve bitiremediğim için sürekli üzüntü duyduğum 3 film serisi var. (dı)
Star Wars, Harry ve The Godfather.

28 Mayısta nihayet Harry Potter'a başlamıştım. Bitirmem araya başka şeyleri de almamdan dolayı 2 ay sürdü.
Tabi ben bunu filmin beklentilerimin altında ilerlemesine de bağlıyorum.
Yoksa örneğin Gintamayı "hayır hayır bitirmemeliyim" ruh haliyle izlememe rağmen 190. bölüme geldim bile!
Yani demem o ki iyi yapım kendini esir edercesine izletiyor, ne olduğunu anlamadan sonuna geliyorsun.

Yüzüklerin Efendisi gibi bir maceraya atılmayı ve ömür boyu unutamayacağım karakterlerle tanışmayı beklerken Harry Potter serinin en iyi filmleri olarak gördüğüm 4. ve 5. filmleri dışında sıkılarak izlediğim, bir türlü beni içine alamayan, bende büyük hayal kırıklığı yaratan ham bir film oldu. Her yerde karşıma çıkan hayranlarından özür dileyerek belirtiyorum bunu.

Spoiler verilecek ya da yorum yapılacak bir tarafı kalmamış olsa da serinin her filminin aklımda kalanlarını not etmiştim, onlara kısa kısa değinmek istiyorum.






1. Harry Potter ve Felsefe Taşı (2001) 

 (Harry),  (Ron Weasley) ve Emma Watson (Hermonie) 'ın en mıncırılası, mini mini hallerini izlemek dışında pek keyif vermeyen ilk filmde özellikle Harry'nin sevimliliği büyüyüp ifadesiz bir ergene dönüşmeden önce bolca seyredilmesi gereken bir unsur olarak aklımda yer etti.

Küçüklerdi, tabi ki mükemmel ve etkili bir oyunculuk sergilemeyeceklerdi. Zaten bunlara da bakmadım fakat gözümde büyüttüğüm efsaneye bu başlangıç bence hiç yakışmadı.

Özellikle maç sahnelerindeki animasyonlar ben bilgisayar yapımıyım diye avaz avaz bağırıyordu.
Yılının teknolojisi deyip geçsem dahi genel olarak epey sıkıldığımı söylemeliyim.





2 - Harry Potter ve Sırlar Odası 

Sanırım serideki en kötü final Sırlar Odası'na aitti.
Koca yılanı tek darbeyle yenmesi animelerdeki gerçekliği bile mumla arattı.

Pek sevimli yılanımız aylık diş kontrollerini aksatmış olacak ki Harry'nin koluna dişi saplanınca kökünden kopu kopuverdi. Bak orada epey güldürdü beni inkar etmeyeyim gene eğlendirmiş.

Bir de üstüne kaymak niyetine dişi deftere saplayıp Voldemort'u öteledi ya hah tam oldu işte o zaman. Çocukluğumda Tgrt'de 4. sınıf (3 bile değil) yabancı filmler izleyerek sahuru beklerdik, aynı tadı aldım yemin ederim. Teşekkürler Harry!

1. ile birebir aynı çizgide ilerleyen kurgusu ise bie diğer rahatsızlığım oldu.




3 - Harry Potter ve Azkaban Tutsağı 

Harry'nin vaftiz babası ve anne-babasının en yakın arkadaşı, karizmatik karakter Sirius Black ile tanıştığımız Azkaban Tutsağı, hem kalite hem de konu olarak bir geçiş filmiydi.

Sıkıcı kamera açılarının değişmesi, animasyonların gerçekçi bir hal alması ve kurgunun sağlaştırılmasıyla birlikte ben de yavaş yavaş keyif almaya başladım, "tamam ya ilk 2 film kötü olmuş ama artık düzelir" diye umutlarım yükseldi.

Harry'nin önceki filmde evden kaçmasına rağmen gene o evde durması bence mantıksızdı, şaşırttı.

İlk kez Voldemortlu bir son olmaması sevindirdi. Her filmin sonunda karşılaşma olması sıkıcı olurdu çünkü. Devam filmlerinin geleceğini bildiğimizden bir sonuç çıkmayacağını tahmin ederdik.

Bütün serinin dilime en yapışan sözü ise ilk bu filmde telaffuz edildi.
Patronus büyüsü kullanıcısına pozitif bir güç sağlayıp, korkularına karşı ona bir kalkan oluşturan bir büyüydü.  Sihirli sözleri ise şuydu :Expecto Patronum!

Öğretmeninin Harry'ye korkularıyla savaşırken kullanmak için öğrettiği bu büyü hayal dünyama renk kattı. Korkularıma hep "Expecto Patronum" diyebilmeyi diledim.



4 - Harry Potter ve Ateş Kadehi 

Serinin bana göre en sağlam iki filminden biri olan Ateş Kadehi, nur yüzlü Voldemort'u ilk kez gerçek sıfatıyla gördüğümüz film oluyor aynı zamanda.

Seri bu film ile, kurgu ve içerik olarak Yüzüklerin Efendisi'ne yaklaşamayacak olsa da görsel açından en az onun kadar keyif vermeye başladı. Neden sürekli karşılaştırdım ben de bilmiyorum.
İlk kez serinin bir filmini oflayıp puflamadan, çıtımı bile çıkarmadan izledim.

Twilight oğlanının sevimsizliği meğer ilk bu filmde görünmüş. Şaşırdım. Şu oğlanı burada keşfedip de biz bundan jön yontarız diyen zihniyeti de aklım almıyor ya neyse. Ölü balık bakışı bununkinin yanında cilveli kalır, öyle bir hissiz gözlere sahip bu arkadaş.

Ve son olarak ilk adamakıllı Voldemort - Harry karşılaşmasını izledik. Gerçekten iyiydi. Voldemort'un dirilişi etkileyiciydi. İlk kez Harry'ye olan nefretine bu kadar gerçekçi şekilde şahit olduk.



5 - Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı 

Snape Snape Snape!
Serinin bana göre en iyi 2. filmine adını yazan kişi kesinlikle Snape oldu. Bu filme kadar sessiz sedasız, saygı duyulası cool bir abimizken geçmişi ve Harry'yi eğitirken ki hal ve tavırlarıyla birden tanrısal bir karizmaya erişti.

Ve Harry nihayet uzun süredir hoşlaştığı kızla öbüştü :B
Bana göre bu bile bu filmi en iyi yapmaya yetti.
Şaka şaka tabi ki yetmedi.

Bu filmi serinin en iyisi yapan ilk şey bana göre ilk kez Hogwarts Büyücülük Okulu'nun Voldemort tehdidinin farkına varıp birlik olmasıydı.

Son olarak da Harry'nin kıyıdan köşeden gördüğümüz çocuk sevimliliğine keskin ve geri dönüşsüz bir elveda dedik bu filmle birlikte.




6 - Harry Potter ve Melez Prens 

Karanlık ve durgun havasıyla Melez Prens tam bir ara bölümdü. Asıl savaşlardan önce şu aşk olaylarını bir şekle şemale sokalım demiş olacaklar ki 6 filmdir sabırdan taş olmuş naif duygularımızı tek hamlede çözüverdiler.
Tam bir "seven sevdiğine sevdiğini söylesin" kafası yaşandı seride bir anda. Garipti. Bu işler yavaş yavaş olmalıydı.
Harry 5 filmdir zerre kadar sinyal vermemişken gitti pat diye en yakın arkadaşının kız kardeşine aşık oldu.
Biz de nasıl yani diye kalakaldık. Saçmaydı bana göre.

Ve gelelim beni sinirden kudurtan final golüne.
6 film boyunca gözümüzde ilah konumuna gelen Profesör Albus Dumbledore'un ucuz ölümü, hem de bunun her ne olursa olsun Snape tarafından olması çok can sıktı. Okumadım ama kitabında bu olayın bu kadar ucuz anlatılmadığını tahmin edebiliyorum.

En son Ed Stark'ın kellesi kıtırt diye alınırken sinirlenmiştim bu kadar.
Bari giderken "You shall not pass" filan deseydi de içimde kalmasaydı, o da olmadı.



7 - Harry Potter ve Ölüm Yadigarları Bölüm - 1 

Ve işte "sonun başlangıcı" gibi bir klişeyle açıklayabileceğim finalin son iki filminden birine geldik.

Hani diyordum ya seri çok durgun, çok sıkıcı, kurgusu şöyle, diyalogları zayıf diye.
Yook daha bir şey görmemişim meğer.
Ölüm Yadigarları - 1 serinin tartışmasız en sıkıcı, en durgun filmi idi.

Yahu Harry telef olmuş, yurdundan kovulmuş, Voldemort peşinde, savaş geliyor ama filmin yarısından çoğunda anlatılan ne?
Harry ve yaverlerinin diyar diyar anadolu misali orada burada çadır kura kura gezerek Voldemort'u öldürmenin tek yolu olan hortkulukları araması.

Uzaktan mantıklı görünüyor evet fakat bir aksiyon, bir heyecan, bir iniş, bir çıkış. Yok! Yaşlı gibi uyuya kaldım neredeyse karşısında.
Öyle Tokyo Drift kafalı biri de değilim hani full aksiyon aradığım filan yok.
Ama anlatamadığım bir bayıklık vardı filmde.

Hortkuluğu taşıyanın sinire kesmesi kısmı Frodomun baygın gözlerini birazcık hatırlattı ama yok, ı-ıh...

Göze batan 2 mantıksızlık ise iyice canımı sıktı :

İlki Harry'nin Voldemort'un adını söylemeye bu güne kadar hiç korkmazken birden herkes gibi ona "you know who" (kim olduğunu bilirsin) demeye başlaması.
(insanlar Voldemort'tan o kadar korkuyor ki adını anmak yerine ona böyle diyorlar)

İkincisi ise Luna'nın babası bizim üçlüye ölüm yadigarlarını anlatırken hiçbirinin "aaa görünmezlik pelerini bizde yahu" dememesi. Ben hopladım len aaa diye, şuursuz musunuz?
Ama ölüm yadigarlarının anlatıldığı animasyon nefisti, onu belirtmeden geçemeyeceğim.



8 - Harry Potter ve Ölüm Yadigarları Bölüm - 2 

Vee nihayet sona geldik, nihayet bitiyor, artık onca yılın hatırına sağlam bir final izleriz derken Snape'in gençleştirme makyajını görmemle birlikte hepten umudu kestim. Bildiğin korktum nasıl plastik, nasıl parlak acayip bir işçilikti öyle. Bu filmi bunca yıl hevesle izlemeyi beklediğime en çok o an üzüldüm diyebilirim.

Ama Snape, serinin Luna ile birlikte en sevilesi, en karizmatik karakterlerinden biri olduğunu gösterdi. Sana 50 bin tane Lily feda olsun kara oğlanım.

"Gözlerin annene benziyor"
Len nasıl benziyor? Harry'nin gözler çipil, Lily'nin kahve??

Ve final yapıyoruz tamam, yermekten yoruldum çok ciddiyim.


Finalde bütçeyi artık ne kadar kıstılarsa unutulmayacak bir yaşlandırma tekniğiyle gördük as karakterleri.
Giydir tayyörü, kes saçları küt, makyajı azalt, kötü bir giyim zevki enjekte et, yap arkadan öğretmen topuzu al sana yaşlılık, al sana emeklilik, al sana boyun ağrısı.
Bu mudur?
Buymuş.



Özellikle Hermonie annesinin kıyafetleriyle oynayan yaramaz bir kız gibi duruyor hala.

Evet nihayet bitti.
Ha bu kadar kötüledim ama dengesizliğimi de yapıp Expecto Patronum'u, dev yürek Hagrid'i, minik Harry sevimliliğini, Snape'in aşkını, Dumbledore'un babacanlığını (ki ilki favorimdir) , Hogwarts yemek salonunu unutmayacağımı da belirteyim.

E 8 film yani lütfen, bırakın da o kadarcık duygusal bağ kurmuş olayım.

İyi geceler ve : Expecto Patronum!



Not : Bütün seriyi Gandalf'ın bir ak teline kurban ederim ♥

Aklımda Kalanlar : S.J. Watson / Uyuyana Kadar

$
0
0
İyi akşamlar izleyici.

S.J. Watson'ın 2011'de en iyi polisiye gerilim romanı seçilmiş, dünyada 1.000.000 gibi bir satış rakamına ulaşmış, New York Times'ın en çok satanlar listesinde haftalarca kalmış olan romanı Uyuyana Kadar'ı geçen aylarda yaptığım kitap takasından edinmiştim. Yani aslında kendi zevkime göre seçtiğim bir kitap değildi. Seçeneklerin arasında en iyisiydi diyeyim.

Ama ne mutlu ki hayal kırıklığına uğratmadı ve son sayfasına kadar heyecanla okuduğum, ilgi çekici, özellikle ana karakterin içinde bulunduğu duyguları betimlerken kullandığı örneklerle aklımda yer eden başarılı bir roman çıktı şansıma.
Kitabın, yazarın ilk romanı olduğunu da belirtmek gerek.



Konu: Christine geçirdiği bir kaza sonrasında hafızasını kaybeden 40'lı yaşlarında, evli bir kadındır.
Her sabah uyandığında yanında yatan kocası dahil geçmişine dair hiçbir şey hatırlamaz. Hatırladığı son şey 20'li yaşlarda, bekar, genç bir kadın olduğudur.
Hafıza kaybından dolayı yeni anılar üretme şansı da olmayan Christine, bugüne sıkışmış yaşamını her sabah yeniden çözmek, korkunç gerçeğiyle tekrar tekrar yüzleşmek zorundadır.
Onu çok seven kocası Ben ise her sabah hiç yorulmadan her gün Christine'e içinde bulunduğu durumu anlatıp onu sakinleştirir.

Her sabah evden çıkarken Ben Christine'e bir telefon bırakarak işe gider.
Bir gün Christine'in telefonu çalar ve arayan kişi bir doktor olduğunu, onu tedavi ettiğini fakat kocasının bundan haberi olmadığını, aslında onun her gün günlük tutarak yaşadıklarını kayıt altına aldığını ve günlüğünü okuyarak her şeyi çözebileceğini, onunla buluşmak istediğini söyler.

Christine günlüğü bulur. Okumaya başlar. Günlüğün daha ilk sayfasında şu cümle yazıyordur : "Ben'e güvenme"



Gördüğünüz gibi kitabın konusu buraya kadar epey klişe olabilir çünkü amnezi (hafıza kaybı) çoğu roman ve filmde işlenen, tohumlanmaya elverişli bir konu.
Zaten benim de bu türde okuduğum ilk roman diyebilirim.
Polisiye sevmem. Zaten kitap, o kategoriye sokulmasına rağmen son sayfalarına kadar polisiye filan değil, sadece psikolojik gerilim romanı.

Okuduğumuz bölüm Christine'in iyileşmeye başladığı dönemi anlatıyor aslında.
Parçalanmış halde de olsa geçmişini ve anılarını hatırlaması, son 20 yıldır içinde yaşamaya çalıştığı kısır döngüyü kırması adına bir umut oluyor.



Christine, bir şimşek anı kısalığı ve şiddetinde aklına gelen anılarındaki bir koku, bir renk veya bir sahneden hatırladıklarını, şimdiki yaşantısıyla bağdaştırmaya çalışırken yaşadığı çaresizliği ve korkuyu her bir satırda hissedebiliyoruz.

Hastalığından dolayı kendine olan güvensizliğiyle birlikte artan şüpheleri, günlüğünü okusa dahi ertesi gün unutacak olduğunu bilmesinin verdiği panikle delirme noktasına ulaşıyor.
Artık hatırladığı anılarını dahi kendisinin mi uydurduğunu yoksa gerçekten mi yaşandığını ayırt edemiyor.
Mutlak güveneceği tek gerçekliğin içgüdüleri olmasının onu nasıl histerik bir duruma soktuğunu okuyoruz etkileyici bir anlatımla.
Sanırım bu noktada yaşadığı paniği bize hissettirebildiği için yazarı kutlamak gerek. Neredeyse kitabın sonuna kadar aynı durumda olduğumu derince düşünerek okudum ki bu da başarılı olduğunu gösterir.



Romanın oldukça günlük kelimelerle bezeli akıcı, sade bir anlatımı var.
Bu yüzden okuması oldukça kolay.
Kurgusu ve olay örgüsü çok iyi olduğu için de bu sadelik kesinlikle sıkmıyor. Hatta kurguyu parlatan unsurlardan birinin de bu sade anlatım olduğunu söyleyebilirim.

Bitirmeme son 20-30 sayfa kala neler olacağını tahmin ettim sadece, bunun dışında yazarın beni ne olacağını bilmediğim bir yolculuğa çıkarabilmesi bir gerilim romanından beklenilenleri fazlasıyla karşıladı.

Sonuç olarak Uyuyana Kadar, bu türü sevenlere kesinlikle tavsiye edebileceğim,sürükleyici ve özellikle sürpriz finaliyle şaşırtıcı bir roman olarak kalıyor aklımda.
Kitap edebi bir dille yazılmadığı için alıntılarım yok bu sefer, bir eksiklik hissediyorum :)


Kitap araştırması yaparken gördüğüm ve çok mutlu olduğum bir haber ise 8 Ağustos 2014'de, yani çok kısa bir süre içerisinde bu romandan uyarlama "Before I Go To Sleep" adlı filmin vizyona giriyor olması.
Çok sevindim çünkü kitabı ilk bitirdiğimde düşündüğüm "birisi bu hikayenin filmini yapmalı" olmuştu.

Başrollerinde Nicole Kidman, Colin Firth ve Mark Strong var.
Heyecanla izlediğim fragmanında ise Nicole Kidman'ı orta yaşlı bir kadın olarak görmek şaşırttı beni en başta. Garipsedim.
Umarım en az kitabı kadar sürükleyici ve başarılı olur. İzlemek için sabırsızlanıyorum.

Sabırsızlandığım bir diğer konu ise bir an önce kitaplığıma oradan buradan dolan kitapları bitirip kütüphaneden gönlüme göre kitap seçmek.

Filmin fragmanıyla veda ediyorum.
Herkese sevgiler.


Ponti İlk ve Son Kez Aşk Romanı Okudu : Sarah Jio / Yağmur Sonrası

$
0
0
Merhaba izleyici.
Huysuzum, arsızım,huzursuzum ve hiç olmadığım kadar dengesizim günlerdir.
Bu da bende kitap okumaktan başka hiçbir şey yapamama hali oluşturdu anlam veremediğim şekilde. Animelerin bile yüzüne bakmıyorum, gülemiyorum zira.
Yıllardan sonra ilk defa 3 günde 400 sayfalık bir romanı bitirmek okurluğa acemilik mertebesinden yeniden başladığım şu günlerde mutlu etmedi değil.

Sarah Jio'nun, 2. Dünya savaşı sırasında Bora Bora adalarına askerlerin tedavisinde görev almak üzere giden hemşire Anne'in yasak aşkını konu aldığı kitabı Yağmur Sonrası, bir arkadaşımda tesadüfen görüp tavsiye edince, okuduğum ilk aşk romanı olmaya hak kazanmış oldu.



Ne bekliyordum, niye beğeneceğimi umdum bilmiyorum ama bu da diğer bütün romantik komedilerdeki, pembe dizilerdeki yapay aşklar gibi aklımda klişe ve plastik olduğu düşüncesinden başka bir şey uyandırmadı.

Şu şımarık zengin kızlarının anlık hevesleriyle atıldıkları aşkımsı hikayeleri büyük büyük cümlelerle sonsuz aşk diye kakalamak nasıl ve ne zaman moda oldu bilmiyorum ama bir türlü sevemedim şu hikayeleri.
Diğer örneklerindeki gibi bunda da kızımız adada birine aşık oluyor, sıradan bir tutkunun adı büyük aşk oluyor ve adanın da büyüleyiciliğini anlatan çekici, sıcak cümlelerle bezeli bir aşk hikayesi okuyoruz. Güya.

Sonra da bir şekilde (hayat de, kader de, seçimler de) bunlar ayrı düşünce esas kızımız daha korunaklı olan diğer seçeneğe gidiyor ömrünü geçirmek üzere.
Ah ne aşk, ne aşk. Hah buldum neydi, sonsuz aşk! Aferin.

Bora bora adalarını görme isteğimi katmerlemekten başka pek bir şey katmadı bana.
Kitabın kapak cümlesi bile sıradanlığıyla bir ipucu vermeliydi ama...
Aman neyse, denemiş oldum. İlk ve son kez aşk romanı okudum sanırım. Benim türüm değilmiş, anladım.

Dünyanın en yüzeysel kitap yorumunun da sonuna geldim.
İyi tatiller, iyi bayramlar, vesaire...

90'lar Kutusu / R.E.M - Losing My Religion

$
0
0
Merhaba izleyici.

Yoo dostum yoo, dünyanın en bilindik melodisi ve şarkısını "aman da o yıllar ne güzeldi" kafasıyla 10 bininci kez dinletmeye gelmedim bu akşam buraya. Bunu bil önce.



Sadece bir kaç sorum var.
Bu şarkıyı bütün kalbinle, her bir kelimesini ruhuna kazıyarak dinledin mi hiç?
Vazgeçmenin, inançsızlığın eşiğinde çırpınırken, sadece senin için yazılmış olduğunu düşündün mü?
Dünyada başka hiçbir şarkı yazılmamış olsa bile bir ömür bunu dinleyerek hayatta kalabileceğini peki?
Ağlamak için de, gülmek için de başka bir şarkının daha uygun olamayacağını?
Çocuksu bir korkuyla, sana kutsal diye öğretilen her şeyden vazgeçerken ki duyduğun suçluluk duygusuna bir suç ortağı bulduğun için sevindin mi?

Peki klibinin her bir sahnesinin ne kadar kusursuz olduğunu farkettin mi?
Solistin saçma sapan hareketlerinin beyninde yaşayan deliden çalınma olduğunu?
Yeteri kadar izlersen ve yeteri kadar şanslıysan, var olmasına dayanamadığın bütün hislerden arınacağını düşündün mü?
Hayranlığının boyutu dünyada daha güzel bir sanat eseri olamayacağı fikrine kadar büyüdü mü?
Büyülendin mi hiç böylesine?


Bu bir şarkı değil, bir dua.
İnanacak bir şeyler lazımsa illa, bu şarkıya inanıyorum ben.



Ama bu sadece bir rüyaydı, 
Bu sadece bir rüyaydı...
Viewing all 221 articles
Browse latest View live