Quantcast
Channel: Ponti
Viewing all 221 articles
Browse latest View live

Aklımda Kalanlar : Ayşe Kulin / Geniş Zamanlar

$
0
0
Geniş Zamanlar, yazarın Adı: Aylin'den sonra okuduğum 2. kitabı.
İçine doğdukları kültürün kaderlerini belirlediği, farklı sosyal çevrelere ait kadınların hikayelerinin anlatıldığı, 3'ü birbiriyle bağlantılı 6 öyküden oluşuyor.

Duymaktan, şahit olmaktan ve bir çare getirememekten yorgun düştüğümüz, kadından çok "bu ülkenin kadınına" ait sorunları hiç yabancı gelmeyecek hikayelerle tekrar dinliyoruz.

Biyografik romanlarıyla ünlü yazarın Adı: Aylin kitabını uzun süre önce okumuş ve neredeyse unutmuş olduğumdan onu ve diğer kitaplarını okumak için büyük bir heves oluştu içimde bu kitaptan sonra. Çünkü hüznü ve acıyı gözümüze sokmadan anlatabilen dilini gerçekten çok sevdim.

Ruh halim yüzünden istemeden iyice kitap bloğuna döndüm ya, hadi hayırlısı...

Arka kapaktan :
Tanrının sonunda bana acıdığını ve yardım etmeye karar verdiğini düşünmem için sebeplerim var. Kocam elini bile sürmüyor bana. Yanıma yaklaşmıyor, yüzüme bakmıyor.
Ayrı odalarda yatıyor, karşı karşıya gelmemeye gayret ediyoruz. O sabahın erken saatlerinde, mutfak masasına hazırladığım kahvaltısını tıkınıp çıkıp gittikten sonra, büründüğüm kara çarşafı fırlatıp atıyorum evin bir köşesine. Yatağıma dönüyorum, her bir anını, ellerimi incecik bir ipek üzerinde dolaştırır gibi özenle okşayarak, severek, hasretle titreyerek düşündüğüm on yılıma geri gitmek için. Gözlerimi yumup, yeniden yaşamaya başlıyorum.



Ayla, Erol, Zehra ve Aydın.
Kitabın geniş zamanlar, dar zamanlar ve son zamanlar olarak üç parçaya bölünen, üç ayrı pencereden dinlediğimiz hikayesinin dört kahramanı.

Ayla eğitimli, kültürlü, modern bir kadın. Sevgi dolu bir evlilik yaparak Erol ile evlenmiş. 
Zehra ise Ayla'nın evine gelen gündelikçi Fatik'in kızı. 
Kenar mahalle kondularında "ziyan olmasın" diye, Ayla Zehra'yı küçük yaştan yanına alıp büyütmüş, okutmuş. Neredeyse manevi kızı konumuna gelmiş zaman içinde.

Zehra için her şey bir mucize kadar güzel giderken Erol'un Ayla'yı aldatması ile hikayenin bütün kahramanları aydınlık olmayan bir kadere sürükleniyorlar.
Aydın'ı ise kendiniz tanıyın isterim yoksa kitabın tadını kaçırmış olurum. 
Tabi tadı dediğim mutlulukla hatırlayacağınız bir tat değil. Acı. Hem de çok acı.


Ülkemizde yaşanan kadın sorunları hakkında ne zaman bir kitap ya da yazı okusam ya geceleri uykumu kaçıracak kadar "fazla" gerçekçi, ya da duygu sömürüsünden öteye gidemeyen göstermelik cümlelerle bezeli olurdu. 

Geniş zamanlar bu iki ucun tam ortasında durabildiği için sevdirdi ilk başta kendini.
Acıyı anlamak mümkündü, ama onlara acımanın anlamsızlığında duruverdi bütün betimlemeler. Bunu çok sevdim.
Yine de bir parça o çok korktuğumuz ve belki de hiç anlayamadığımız diğer tarafın kadınlarına karşı bir parça mesafeliydi. Anlayamaz gibiydi sanki neden o halde olduklarını, nasıl yaşayabildiklerini.

Bu ülkenin kadınlarına ait sorunlar yıllardır yazıldı, çizildi.
Ne yazık ki ben hiçbir yazı, kitap ya da eylemin o kayıp kadınları kurtaracağına inanmıyorum. 
Toplumsal örgütlenme gerçekleşmediği sürece ne mor çatı bu derde deva ne de kadına şiddete son kamu spotları...

Ne zaman ki komşudan gelen kadın çığlıklarında telaşla koşup kapıyı yıkarcasına çalarız, ne zaman ki bu durumlarda kalbimizde ferahlıkla arayabileceğimiz bir polisimiz ve o kadını gözü kapalı emanet edebileceğimiz bir devletimiz olur ve son olarak (en önemlisi) ne zamanki kapısını çaldığımız kadın eli yüzü kanlar içinde kapıya çıkıp "Karı koca arasına girilmez! Kocam değil mi döver de sever de" mantığında cümleler kurarak bizi kapıdan kovmaz, işte o zaman umutlanırım.
Ama biliyorum ki bu ihtimaller, imkansıza yakın.
Umutsuz değil, gerçekçiyim.



Kitabın gözüme takılan minik bir detayını da belirtmek istiyorum. 
Arka kapakta bulunan ve postun başına yazdığım yazı "Tanrının" ile başlıyor. 
Kitabın içinde bulunan aynı bölümde ise bu paragraf "Allahın" diyerek başlıyor.

Orijinali ne? Kapağa yazılan tanıtım ve göstermelik özette neden daha çağdaş izlenimi uyandıran tanrı kullanılmış allah yerine? Anlayamadım. 

Tanrı - Allah ikilemi binlerce göstermelik ve görünmez yargı unsurumuzdan sadece biri.
Biriniz tanrı deyince yadırgamayın, diğeriniz de sırf havalı olsun diye tanrı demeyin.
Doğal olun, içten davranın. Yakında bu kelimelerin anlamını dahi unutacağız gerçi.



ALINTILAR

"Evde biraz süt olsa, böyle zehir gibi içmek zorunda kalmazdın kahveni" diyor. Hala süte takılı nedense. Tanrım ne manasız ve ne uzun bir adam. Kendi ülkemin orta boylu, tıknaz, kıçı yere yakın ve kadınlara hizmeti zül sayan esmer erkeklerine müthiş bir hasret duyuyorum birden. Şimdi karşımdaki bir Türk olsaydı, kapıyı vurup çoktan gitmişti. Belki, yaradana sığınıp bir de şamar indirmişti suratıma, tam çekip gitmeden önce." 
.............................................................................



"Avare gençliğim benim, her gelene kul köle
Ve şan olsun diye, sunduğum ölesiye"
.............................................................................



"Bu işler, böyle oluyordu demek ki kondularda. Konduların, sahneciler ya da medyacılar tarafından keşfedilememiş, kara bahtlı genç kadınları, kendilerini ya sürekli döven, ya sürekli gebe bırakan ya da sürekli sömüren kocalarını dualar ve muskalarla yola getirmeye çalışıyorlardı. 
Öyle anlatıyordu Fatik ve öyle bir umutsuzluğa düşürüyordu ki beni, sanki bu ülkede, o kadınların geçmiş ya da gelecek zamanları yoktu. Onlar, hep geniş zamanlarda yaşarlardı. 
Dünleri de, yarınları da bugündü; böyle gelmiş böyle giderdi, hiç değişmeden!"
.............................................................................



"Bak evlat" dedi ihtiyar. "Şu bahçede vişne toplayan kızların hepsi senin bacılarındır. Dayı kızların, emmi kızların. Onlarla birlikte büyüdün sen, beşikleriniz yan yana kuruldu avlularda.
Gönlünü ferah tutamıyorsan onlara karşı, hepsini kara çarşafa soksam da sen yine günaha girersin. Günah onların saçlarında değil, senin yüreğindedir. 
...
Sen sevabı da günahı da yüreğinde ara"
.............................................................................



"Bakın, mesai saatinden sonra rahatsız edilmekten korkanlar, asla doktor olmamalılar" dedim. "Dünyada onca meslek var. Kadın-doğumcu arkadaşınız bir bakkal dükkanı işletse, gece kimse onu rahatsız etmezdi. Ama o bir doktor ve şu genç kadın ondan yardım bekliyor. Hemen arayın!"
.............................................................................




Yazarın 1998'de yayınlanan bu kitabı 2007'de Star Tv'de Geniş Zamanlar olarak, yani aynı isimle dizi olarak yayınlanmış. 

Başrolleri incelerken Ayla'yı oynayan sanatçının Zuhal Olcay olduğunu görür görmez hemen araştırdım buldum, bir kaç bölüm şans vereceğim. 
Final yapmadan yayından kaldırılmış olması umut veriyor çünkü ne zaman sağlam bir yapım çıksa bu ülkede, ekseriyetle izlenmez ve yayından kaldırılır. 
Umarım kitabın derinliğine uygun bir anlatımla çekilmiştir.
İlgisini çeken olursa bölümleri şurada.

Herkese mutlu akşamlar!


Bir Başka Özgürlük Rüyası : Lana Del Rey / Ride

$
0
0
Lana Del Rey'i ve Lana Del Rey kafasını, kendisinin çıplak sesini utanmadan eleştirmeme rağmen ne kadar sevdiğimi, haftada en az bir kere şarkılarıyla baş başa dakikalar geçirmezsem rahat edemediğimi dağa taşa bile haykırdığıma göre, burada da mutlaka defalarca söylemişimdir.

En sevdiğim şarkısı da Ride'dır.
Mutluluk, hayat, sevgi hakkında tonlarca soru sorar, çoğunu cevaplar kendi kendine.
Benim gibi yol insanlarını kendine aşık ve bağımlı eder.
Olabilecek en kusursuz yol şarkısıdır.

10 dakikalık, Lady Gaga kliplerini hatırlatan, rüyadaymış hissi veren klibinin başında ve sonunda hikayesini anlatır Lana. 
Bu sözleri kendi yazdığı için sesi benden bile kötü olsa bir ömür takdir edilme hakkı kazanır gözümde.

İşte o hikayede neler anlattığını merak edenler için yazıyorum bu postu. 

Her dinlediğimde tekrar tekrar okuyor, kendimi kaybedebilmek için henüz keşfedilmemiş bir renge boyuyorum ilk önce hayal dünyamı.
Bir hayat kadınının bile mutlu olabileceği ütopik bir dünyada, sadece özgürlüğüm için yaşadığım mutlu biri olduğumu hayal ediyor, olamayacağımı farkediyor, mutsuzluğumla mutlu oluyorum.

Çeviri klibin altında.




Hayatımın kışındaydım

Yol kenarında tanıştığım adamlar ise benim tek yazımdı

Geceleri onlarla dansedip, gülüp, ağlarken uykuya daldım
3 yıl benim için böyle sonsuz bir yolculuk turu halinde geçti
Onlarla olan bu anılarım bana kuvvet veren tek şeydi 
Ve benim gerçek mutlu zamanlarımdı


Çok ünlü olmayan bir şarkıcıydım
Bir zamanlar sadece güzel bir şair olmanın hayalini kuran
Fakat peşisıra gelen talihsiz olaylarla
Tekrar tekrar dilediğim bu hayallerin
Geceleri gökyüzünde parlayan ve sönen
Milyonlarca yıldız gibi yıkıldığını ve parçalandığını gördüm.
Fazla aldırmadım


Çünkü istediğin her şeye sahip olmanın
Gerçek özgürlüğün ne olduğunu
Unutmak olabileceğini biliyordum.


Tanıdığım insanlar ne yaptığımı,nasıl yaşadığımı anlayınca
Bana neden diye sordular
Fakat bir eve sahip olan insanlarla bunu konuşmanın bir faydası yoktur
Çünkü başka insanlarda güven aramanın
Ve başını koyup uyuduğun yerin
Evin olmasının ne demek olduğunu bilmezler.



Her zaman farklı bir kızdım
Annem bir bukalemun ruhuna sahip olduğumu söylerdi
Hiç bir ahlaki pusula bana kuzeyi göstermedi
Hiçbir sabit kişilik

Sadece okyanuslar gibi geniş ve çalkalanan içsel bir kararsızlık..

Olayların bu duruma gelmesini planlamadım desem yalan söylemiş olurum
Çünkü ben başka bir kadın olmak içim doğmuştum

Herkese ait olup hiçbir şeyi olmayan kişilere ait değildim
Her şeyi bir tecrübe için, bir takıntı için, özgürlük için aşkla isteyen biriydim.
Ve bu özgürlük takıntısı beni öyle korkuturdu ki hakkında konuşamazdım bile.



Hem gözümü alan hem beni sersemleten, deliliğin göçebelik noktasına itti bu beni.
Her gece kendi insanlarımı bulmak için dua ettim
Ve sonunda buldum da, bu açık yolda
Kaybedecek hiçbir şeyimiz yoktu, kazanacak hiçbir şeyimiz...

Arzuladığımız hiçbir şey.
Hayatlarımızı sanata dönüştürmek dışında.


Hızlı yaşa, genç öl, çılgın ol, eğlen.


Eski amerika'ya inanıyorum
Olmak istediğim insana inanıyorum
Açık yolların özgürlüğüne inanıyorum
Sloganım her zamankiyle aynı
Yabancıların nezaketine inanıyorum
Kendimle savaşta olduğumda sürüyorum.
Sadece sürüyorum


Kimsin sen?
Tüm karanlık fantezilerinin farkında mısın?
Bunları denemekte özgür olduğun bir hayat yarattın mı kendine?
Ben yarattım


Lanet olası bir deli olabilirim,
ama özgürüm..

Çeviri Kaynak 

Çocuksu Hayallerin İnsanları : The Dreamers (2003)

$
0
0

The Dreamers,  başrollerinde Eva Green, Michael Pitt veLouis Garrel’ın oynadığı sıradışı bir film.
Eva Green’in bütün filmlerinin izleme projesi kapsamında arşivimde aylardır bekliyordu, nihayet sıra geldi.

Yönetmenliğini Bernardo Bertolucci’nin yaptığı film,  politik ayaklanmaların baş gösterdiği 68 Fransa'sında geçiyor.  
Sinemeya tutkunu 2 ikiz kardeşin (Theo ve Isabelle) dil öğrenmek için 1 yıllığına Fransa’ya gelen Matthew ile tanışmalarını ve arkadaşlıklarının ayaklanmalar, sinema  ve cinselliklerini keşfetmeleri gölgesindeki hikayesini anlatıyor.
Theo ve Isabelle’in anne babasının 1 aylığına seyahate çıkmalarından sonra Matthew’u onlarla kalmak için evlerine davet ediyorlar. Matthew’da yalnız olduğu için kabul ediyor fakat zamanla iki kardeşin arasında gözlemlediği fazla yakın bağ onu rahatsız ediyor, pek de normal olmadıklarını anlıyor. 
Matthew kendini bu garip dünyadan çekmemekle birlikte zamanla kendisi de bu dünyanın bir parçası oluyor farketmeden.

Dikkat dikkat : Bu bir film önerisi değil, film yorumudur. 
Film dolu dolu +18 ve ensest göndermeler var.  Baştan belirteyim.
Sonra hep korktuğum gibi ne izlettin bize demeyin.



Öncelikle filmin çekildiği ev o kadar korkunç ve o kadar güzel ki…
İçinde bir gün bile yaşayamazdım fakat her bir detayını fotoğraflamak ve her bir köşesine dokunmayı çok isterdim.
Sadece bir insan sığacak kadar dar ve upuzun  koridorlarıyla Freddy’nin Kabusu’ndaki çıkışı olmayan evler kadar korkunç. 
Ama duvar boyunca bitmeyen kitaplıkları, gül desenli koltukları, kapıları ve her bir detayıyla da bir o kadar muhteşem güzellikte bir ev.

Film, bir çok kavramı bir arada işlediği için hangisini tam olarak öne çıkarmak istediğini anlayamıyor insan. 
Ensest, politika, cinsellik, içgüdüler ve toplum bakısı gibi kavramlar ele alınmış filmde.

İkiz olan Theo (Louis) ve Isabelle (Eva) çocukluklarından çıkamayarak hala birbirlerinin yanında çırılçıplak soyunur, banyo yapar ve uyurlar. Bunu hiç garip bulmazlar. Buna rağmen beklediğimiz gibi aralarında cinsel bir dürtü ya da ilişki yoktur. Sadece saf ve bağlayıcı bir sevgi, çocuksu bir kıskançlık vardır.
Zaten toplum kurallarından, baskılardan ve gerçeklikten uzak kendi dünyalarında yaşarlar bu sevgiyi.


O kadar farklı noktalara değinilmiş ki ensestin üzerinde duramadım açıkçası.
Karşımızda çoğu kişi tarafından normal karşılanması zor bir durum var ve evet adı tam olarak ensest değil. Her şeye rağmen "hiç büyümediler" masumiyeti altında bu davranışları mantığa oturtmak anlamsız geliyor. Cinselliklerini keşfettikleri anda o masumiyeti korumak onlar için imkansızlaşacaktır. Gerçek hayat bu kadar masum değil çünkü.
Bir film için, sadece hayali olarak tadı güzel evet, ama sadece o kadar. 
Anlatılanlar gerçeklikten uzak.
Sanırım "The Dreamers" adı en çok bu noktada yakışıyor filme.

Benim ilgimi ensestten çok siyasi olaylar çekti. Bizdeki Gezi olaylarını hatırladım ister istemez. Kaçımızın bilinçli, kaçımızın bilinçsiz bir ayaklanma ve isyan içinde olduğunu düşündüm ve sırf o yönden bu filmi geziyle birleştirip farklı açılardan düşünebilmek adına izlenmesi gerektiğine karar verdim.



Dış dünyadan haberi olmayan, günlerini babalarından aldıkları parayla geçiren hayalperest  3 gencin kapatılan Sinematek ile başlayan isyanlarının aslında sadece eğlence ve heyecan tabanlı olduğu gösterilmiş sık sık.

Bir sahne var mesela.  Isabelle Matthew ile birlikte gezerken bir vitrinde açık bir televizyon görüyor. Isabelle de şöyle diyor :
-Theo ile ben asla televizyon seyretmeyiz. Biz safız. Saf ve sert.
Filmin politik açıdan anlatmak istediklerini bu iki kelime bile anlatıyor bana göre.  
Sonra arkalarını dönüyorlar ki şehir ayaklanmalardan dolayı harabe durumda, her yer yıkık dökük.
Tatlı ve çekici gelen isyan ve sabırsızlık hali sanırım saf kalabilmekten geçiyor biraz.


Elbette ki bizde ki olaylar da bundan ibaretti düşüncesinde değilim.
Anlatacağım 2. Sahne ile daha iyi anlatabileceğim demek istediklerimi :

Matthew, Isabelle ve Theo kendinden geçmiş halde evlerinde uyurlarken dışarıdan atılan bir taş camlarını kırıyor. Korkuyla balkona çıkıyorlar ve olayların kapılarının önüne gelecek kadar büyüdüğünü görüyorlar.
lk yaptıkları şey ise alelacele giyinip evden çıkarak topluluğa katılmak ve sloganlarla polise molotof kokteyli atmak oluyor. Tam olarak neye karşı olduklarını bilmeden.

O sırada Matthew ile Theo arasında şöyle bir diyalog geçiyor  :

Matt -  Hayır, yapmayın bu yanlış. Bu sadece faşizm özentisi.
Theo -  Faşist olan ben değilim, polisler faşist.
Matt -  Bu nedenle onlara vurup, insanları öldürüyorlar.
Theo -  Anlamıyorsun.
Matt -  Bu onların yolu tamam mı? Bizim yolumuz değil. Biz bunu kullanırız (beynini gösteriyor) Bunu yaparız. (ikisini de öpüyor) Sevgiyi kullan.
Theo -  Yeter artık!

Demem o ki sık sık Gezi’yi hatırlamamın sebebi başta akıl ile, mizah ile, kültür ile savunulan değerlerin daha sonra saf bir güç gösterisine dönüşerek, mantığı geri plana atarak şiddet özentiliğine varan bir boyuta ulaşması. Bu filmde bizde ki tabloları gördüm hep işte bu yüzden.
Daha sorsan tam olarak neye karşı olduğunu bilmeyen 15-16 yaşında çocukların naif bir isyanla sokaklara döküp şiddetle hak arayacağını zannetmelerini hatırladım hep.



Filmin en izlenilesi, en büyülü yanı ise 30’lu 40’lı yılların sinema sahneleriyle bezeli anlatımıydı. Sık sık siyah beyaz filmlerden meşhur sahnelerin tekrar canlanışını gördük. Hangi filmler olduğunu bilecek kadar film kültürüm yoktu maalesef, buna gerçekten üzüldüm izlerken.

Hele ki yine eski bir filmde yer alan bir müzeyi boydan boya 9 dakikada koşma rekorunu kırmak istedikleri ve kırdıkları sahne çok eğlenceliydi. Siyah beyaz sahnelerle geçişleri  kusursuzdu.

Sonda çalan Edith Piaf’ın Non, Je ne regrette rien parçası nerede duysam olduğu gibi bana önce derin bir nefes aldırarak kalbimi çok uzaklara götürdü. 
Bu da bütün çelişkileri ve sorularına rağmen o güzel diyaloglarından sonra filmin bende güzel bir tat bırakmasını sağlayan önemli bir detay oldu.

İzlediğime mutlu olduğum bir film oldu fakat tek şikayetim belli bir konu üzerine odaklanmamış olmalarıydı. Ve seçmem gerekirse ayaklanma ruhunun o yaştaki insanlardaki etkisini işlemesini isterdim. İlgimi çeken ilk konu oydu zaten.
Ayaklanmalar sırasında polisten kaçarken ve yanı başında insanlar şiddet ile savaşırken Isabelle'in suratında gördüğümüz keyif ifadesinin üstüne gidilseydi çok güzel eleştiriler görebilirdik bence.


Sanırım yönetmen filmi fazla ciddileştirmeden, 3 temiz ruhun rüyası tadında olmasını istemiş olacak ki hiçbir ciddi konu üzerinde adam akıllı durulmadı. 
Yine de diyalogları oldukça etkili ve iyiydi.

Madem o kadar andık, o en çok bir intihar sahnesine yakıştırdığım nefis parçayı dinleyerek postu bitireyim.
İyi geceler!


Sonra Biri Daha : Robin Williams

$
0
0
Gecenin ikisi. Yine karmakarışık düşüncelerin kucağında  karanlığı savuşturacak eylemler içindeyim.
"Robin Williams evinde ölü bulundu"
Bazıları sever ya ölümle şaka yapmayı, şaka zannediyorum. Değilmiş.
Bu güne kadar bir babaya en yakın gördüğüm adam, intihar etmiş.
Haklı olması üzüntümü değiştirmiyor. 
Çok uzaklardaki bir yabancıya ait değil gibi bu seferki "ünlü ölümü" 
Yanı başımdakine ait  gibi, çok çok garip, şaşırtan bir hayal kırıklığı. İnanamıyorum.

Jumanji ile sonunu göremediğim hayal dünyamın ilk tohumlarını atan, Mrs. Doubtfire ile "demek ki babalar böyle de seviyor" diye düşündürüp hüzünlendiren, Ölü Ozanlar Derneği ile 90'lar gencinin hayatına bambaşka pencereler açan, o; dünyanın en güzel gülüşüne sahip adam...
Dünya karşısında güçsüz kalıp intihar ediyor öyle mi?
Nasıl da haklı olduğuma şaşırıyorum yaşanmaya değmeyen ömürler hakkında. 
Onun ki yaşanmaya değecek nadir ömürlerden biri olduğu için belki de bu üzüntüm.
Daha Good Morning Vietnam'ı izlemediğime utanıyor, üzülüyorum. 


Ölü Ozanlar Derneğinden :

Keating: Yaşadığın günü kavra!
Henüz vakit varken tomurcukları topla.
 Yazar bunu neden yazmış?
Öğrenci: Acelesi var.
Keating: Bilemediniz. Ama önemli olan yarışmaktı. Çünkü hepimiz solucan yemi olacağız, arkadaşlar! Buna ister inanın, ister inanmayın, her birimiz bir gün nefes almayı kesecek ve öleceğiz. Şimdi öne doğru bir adım atın. Ve geçmişten gelen bu yüzleri biraz inceleyin. Onlara daha önce ciddi olarak bakmadınız. Sizden pek farklı değiller. Aynı saç modeli. Tıpkı sizler gibi hormonlara sahipler. Sizler gibi yenilmez hissediyorlar! Dünya onlar için bir istiridye. Çok büyük şeyler başaracaklarına inanıyorlar. Sizler gibi gözleri umutla dolu. Peki yapabileceklerini yapmak için yaşamaya acaba çok geç mi başladılar? Çünkü bu oğlanlar artık çiçeklere gübre oldu. Ama eğer dikkatle dinlerseniz size fısıldadıklarını duyarsınız. Yaklaşın. Dinleyin! Duyuyor musunuz? Carpe… Carpe… Carpe Diem… Yaşadığınız günü kavrayın, çocuklar. Hayatınızı olağan dışı yapın!
Kaynak 



Yakın zamanda bu güne kadar belki aklıma bile gelmeyen, hiç izlemediğim filmlerini izleyeceğim garip bir ikiyüzlülükle. Neden ölünce, yok olunca, bir daha ulaşamama ihtimalimiz güçlendikçe kıymete biniyor her şey?

Bu akşam en sevdiğimiz filmlerini izleyelim Robin Williams'ın. 
Ölü Ozanlar Derneği'ni, Patch Adams'ı, Jumanji'yi çocuklarımıza izleterek büyütelim ve onlara da hayat hocalığı yapacak kadar şanslı olmalarını dileyelim.
Onun güzel gülüşünü hayatımızdan hiç çıkarmayalım. 

Bir yerlerde onun öğretilerini hayatına kazımayı başarmış dünyanın en şanslı öğrencilerinin hala yaşadığını hayal edip, onun için, onun hatırasına, onun adına mutlu olalım...




Ölüm bir son değil, doğumdan çok daha güzel bir başlangıç, biliyorum.
Hatta adım gibi eminim ki bizden çok daha mutlu bir yerdesin...
İnanıyorum.

Pontistagram #4

$
0
0

Merhabalar izleyici.
Sonbahar- kış insanlarının gözlerinin parıldamaya başladığı şu son yaz günlerinde, ben de o grubun başkanı olarak olarak 40 derece ile yapıştığım bilgisayar koltuğundan yavaş yavaş doğrulup sevdiğim aktiviteleri yapmaya başladım.
Sevmiyorum yazı. 1 ay olsa yeter. İki-üç yaz akşamı, bir deniz tamam. 
Hele ki yazın çalışmak... Modern bir işkence yöntemi.

Bu sebeple instagrama sığındım, ona enerji buldum sadece. 
Hadi o zaman.

İlk defa fincanda kek yaptım. Ve en güzel görüntüsü buydu.
Tersini çevirince bir numarası kalmadı. 
Anladım ki minik fincan kullanmak daha akıllıca olacak.


2011'de İzmir Yassıca Ada'da çekmiştim. 
Tatilsizliğimi telafi etmek üzere yerini aldı. Ah be...



Sokak kedilerinin asaleti hiçbir kedi türünde yok. Hele şu gözlerini kapatıp güneşlenmeleri...
Şu hayattaki en büyük isteğimi çok defa söylemiştim değil mi?


Karpuz manikür. Tam 1.5 saatime mal oldu fakat değdi, bakmaya doyamadım.
Biraz ara verdim fakat yeni modeller denemeyi çok istiyorum, inanılmaz eğlenceli.


Fotoğraflarını çok sevdiğim Jazzlem'in davetiyle #ombrekitap etkinliğine katıldım. Daha doğrusu miniminnacık kitaplığımdan çıkan kitaplarla katılmaya çalıştım. 
Benzer renk kitapları koyudan açığa sıralamakla gerçekleştirilen etkinlikte benim rengim turuncuydu. 



50mm 1.8 güzelliğini gördüğüm ilk fotoğraflarımdan biri. Ben bir ara fotoğraf makinesi üzerine bir tavsiye postu yazacaktım değil mi? Ah hain yaz...


Yılın ilk mısırı. Çok severim. Aynı kırmızı biberleri sevdiğim gibi;


I Love Paprika!



Yine 2011 Yassıca Ada / İzmir gezisinden.
Düşünsenize işe gittiğiniz yollarda şu çizimlerin olduğunu. Hayat bir parça daha güzel olmaz mıydı?


Saçlarımı kestirince benden mutlusu yok.
O kadar ki erkeklerin periyodik gelen kesim zamanı gibi, eşim bile saçlarım uzayınca "hatun senin kesim zamanın gelmiş" diyor.


Tatlılıktan ölen bir animeye başladım. Ao Haru Ride.
Meraklısı zaten duymuştur çünkü epey yaygara kopararak başladı.  Güncel anime izlememe tabumu bile yıktırdı.
Öyle sıradışı bir durumu yok. Klasik cool çocuk, utangaç kız aşkı fakat zarif anlatımı neredeyse Sukitte ii na yo kadar ilgi çekici. Çizimleri, mimik canlandırmaları ise gerçekten çok özenli.

Ayrıca yine güncel animelerden bir Gekkan Shoujo Nozaki-Kun var ki onu uzun uzun anlatmak için anime postuna saklıyorum. Müthiş, müthiş!
Güncellerden gözünüze takıldıysa kesinlikle izleyin derim.


Renksiz bayramıma renkli bayram hediyesi aldım, deli gibi mutlu oldum.
Tabi bu cıvıl cıvıl malzemeleri alıp ilk olarak ne çizdim?
Tabi ki dengesizlikler kraliçesine yakışacak kadar depresif bir resim.

O da diğer posta kalsın.
Instagram hesabım burada
Serinin diğer postları da burada.

Mutlulukla kalın.
Kış insanlarını sevin. Öpün onları. Kızmayın, bir bilseniz üşümek ne güzel.
Yılbaşı, kar, yağmur, kahve, battaniye, film. Ah...

Aklımda Kalanlar : Dostoyevski / İnsancıklar

$
0
0
Merhabalar.

Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sını bir kaç yıl önce okumaya kalkışmış fakat uzun betimlemelerinden sıkılıp yarıda bırakmıştım. O zamanlar kitaptan çokça uzaklaştığım bir dönem olduğu için Suç ve Ceza'ya nazaran daha kısa olan İnsancıklar ile Dostoyevski ile barışma kararı aldım.
İyi ki de okumuşum. Çok akıcı, düşündürücü, kendi imzasıyla farklı tatlar bırakan bir romandı İnsancıklar. Yazarın ilk romanı olduğunu da belirteyim bu arada.

Yaşlı Makar Devuşkin ile kızı yerine koyup aşkla sevdiği uzaktan akrabası Varvara Dobroselova adındaki genç kızın mektuplaşmalarından oluşuyor roman.





Fakirliğin, yoksunluğun ve bunların getirdiği çaresizlik, yok sayılmışlık, değersizlik hissinin içimize işlediği hayat kesitleri okuyoruz. İmkansızlıklar yüzünden kaybedilen onur, gurur gibi en kıymetli değerleri korumaya çalışmanın nasıl da zor olduğu anlatılıyor bir yandan.

Yoksul insanların hayal kurmak için bile bazen önlerinde aşılması zor bir duvar gibi duran gerçekliği aşamadıklarını, bu yüzden de bu gerçekliğe katlanabilmek için kendi iç dünyalarında mutlaka tutunacak bir sevgiye ihtiyaç duyduklarını görüyoruz. 
Geçmişe tutunarak yaşamak da şimdiye katlanmak için geçerli bir sebep olmuyor hiç. 
Hatta çoğu zaman daha da can yakıyor insana en güzel zamanlarını yaşayıp bitirmiş olduğunu düşündürdüğü için.

Ben kitabı özellikle beni içine çektiği o eski zaman şartları için sevdim. Hele ki Varvara'nın çocukluğunu anlattığı sahnelerde kendimi tamamen dünyamdan soyutlayabildim diyebilirim. 




ALINTILAR

İnsan kimi zaman kendi duygularının ne ifade ettiğini anlamıyor ve saçmalamaya başlıyor. Bunun nedeni fazlasıyla ve aptalca insanın yüreğinin coşmasıdır.
..................................................


Hatıralar, geçmişe ait hatıralar içimi daraltıyor.İşin farklı olan tarafı ise bunların çoğunun güzel hatıralar olmasına rağmen beni üzüyor olması.
..................................................


Hatıra ister tatlı olsun, isterse acı olsun, daima eziyet verir insana. Belki de başkasında böyle olmaz, sadece ben hissediyorum bu ıstırabı. 
..................................................


Yine de ruhum ne kadar zorlanırsa zorlansın, yıkılmadım. Hayale çok fazla düşkün olmam kurtardı beni.
..................................................


İnsan kimseye yük olmadan yaşamayı başarmalıdır. Benim kimseye yük olduğum yok! Bayat da olsa, yavan da olsa, alnımın teriyle, namusumla kazandığım bir lokma ekmeğim var. Evrakları temize çekmenin önemli bir iş olmadığını ben de biliyorum. Buna rağmen yaptığım işle övünüyorum. Çünkü dürüstçe çalışıyorum, emek harcıyorum. Ne yani, evrak temize çekmek kötü ve ayıp bir iş mi? Niçin "O evrak temize çeker!" diyor, küçümseyerek bahsediyorlar? Bunun neresi onursuz?
.....
Evet, kendim bir şey yazamıyorum, bunun farkındayım, iki cümleyi bir araya getiremiyorum. Ama ne yapayım! Bu yüzden memurluk hayatımda yükselemedim. Şimdi size yazarken bile dümdüz, içimden nasıl geliyorsa öyle yazıyorum...
Ben bu eksikliğimi biliyorum. Bir de şöyle düşünmek lazım, herkes iyi yazabilseydi, bu yazılanları kim temize çekecekti? Hadi bakalım bu soruma cevap verin anacığım. Faydalı bir iş yaptığımı ve bana gereksinimleri olduğunun farkındayım. Bundan sonra onun bunun sözleriyle karamsarlığa kapılmayacağım. Bana "Kağıt Faresi" diyorlarmış. Varsın desinler. Öyle ki, bu fareye ihtiyaçları var ; o fareden faydalanıyorlar ve ona değer veriyorlar, hatta o fareyi ödüllendiriyorlar.
..................................................


Bir de kendinizi vererek okumayı deneyin. Keyfiniz yerindeyken, canınız bir şeye sıkkın değilken... Örneğin ağzınıza bir şeker atıp öyle okuyun...
..................................................



Sadece "Ben falanca yerde çalışıyorum" diyebilmek için bir yere kapak atan insanlar var. İşe girdiği zaman da durmadan kaytaracak yerler ararlar.
..................................................


Gururumu koruyabilmek için çizmeye ihtiyacım var, anacığım. Delik çizmelerle gurur diye bir şey kalmaz. İnanın buna, anacığım. Benim gibi hayatı iyi tanıyan ihtiyar bir adamın uzun seneler boyu kazandığı deneyime güvenin. O yazar bozuntularını ve kağıt karayıcılarını değil, sadece beni dinleyin.
..................................................


Bana "Sen budalasın!" dediler, ben de budala olduğuma inandım.
..................................................


Geçmişi böyle canlı olarak hatırlayınca, bugün tamamen sönük ve karanlık görünüyor.
..................................................


Ama adil ve Tanrı için konuşmak gerekirse; niçin bir kız daha anasının karnındayken talih kuşu ona mutluluğu müjdeliyor da diğeri öksüzler yurdunda açıyor gözlerini hayata?
..................................................


Ondan ona, öteye beriye dolaşarak dilenmekten kalpleri taş kesilecek. Gelip geçen herkesin hep acele işleri vardır. Bu insanların yürekleri taş gibi, sözleri acıdır. "Defol git! Çekil şuradan! Sıktın ama!" 
Herkesten hep bu sözleri işitecek. Küçücük yüreği daha bu yaşta nefretle dolacak. 
..................................................


Ah Varvara'cığım, birinin elini size doğru uzatıp, "Tanrı sizi korusun!..." diyerek dilenmesi ve sizin de ona, "Tanrı versin" deyip uzaklaşmanız öyle zordur ki!
..................................................


Zenginler, fakirlerin kötü talihlerini şikayet etmelerinden pek hoşlanmazlar. Bu onların keyfini kaçırır, canlarını sıkar! Zaten onlar için fakirlik oldukça can sıkıcı bir şeydir. Yoksa fakirlerin açlıktan inlemelerinin zenginlerin uykularını mı kaçırdıklarını sanıyorsunuz?
..................................................


ALINTILAR



Alıntılar çok tanıdık değil mi?
Statü farkının insanlara etkisi, yoksul kişinin yoktan var olmaya varan aşağılanıyor olduğu duygusu, yoksulluktan çok adaletsizliğin insanın canını yakması ve kaybeden olmaya dair diğer bütün doğru detaylar.

Hep düşünmüşümdür yokluk içinde ömrünü tüketen insanlar neden Tanrıya ya da Allaha her neyse daha çok bağlı olur?
Oysa ki durumunu sorgulayıp, adaletsizlikten dolayı isyan etme noktasına gelmesi gerekmez mi?

Tutunacak başka dalı olmadığı için mi en azından başka bir dünyada mutlu olacağı inancına tutunur yoksa bu dünyayı üstünde çokça düşünecek kadar önemsemeyip daha güvenli bir limanda teslimiyet ile huzur bulmanın (bilinçli ya da bilinçsiz) daha doğru bir tercih olduğunu mu düşünür.

Bana göre insan inanacak bir şeyi olmayınca çok acı çeker.
Bu yüzden hayvani bir içgüdü misali, çekeceği acıyı tahmin bile etmeden, sadece sezinleyerek inancına sığınır. Kimisi de bu kadar gözünü kapamayı, kendini korumayı beceremez, maalesef...

Neyse efendim çok daldım.
Sonuç olarak Suç ve Ceza'yı kesinlikle tekrar okuyacağım.



Uzun zamandır çoğu kişiden duyduğum bir fikir vardı.
Instagramın bloggerlığı öldürdüğünü, insanların artık instagramda yazmaktan daha çok keyif aldığını söylüyorlardı. İlk duyduğumda ikisinin apayrı dünyalar olduğunu, birbirine etkisi olamayacağını savunmuştum, ta ki ben de instagrama yoğunlaşıp bloğu unutana kadar :)

Şu dilimizden düşmeyen yaz rehavetine bağlıyor ve kışın normale döneceğimi umuyorum.
Bloggerın artık biraz tadının kaçmış olması sebebiyle kapatmaya varan düşüncelerim oldu çünkü.
Neyse ki geçti, yani sanırım.

Herkese gecenin en güzel saati olan 3'ten ve onun eşsiz huzurundan iyi geceler!

Tanıdık Konular, Farklı Bakış Açıları ve Gerçek Bir Hikaye : Zenne (2012)

$
0
0
Merhabalar.

Zenne, yönetmenliğini Caner Alper ve Mehmet Binay'ın yaptığı, senaryosunu ise yine Caner Alper'in yazdığı, başrollerinde Kerem Can, Erkan Avcı ve Giovanni Arvareh'in rol aldığı 2012 yılına ait bir türk filmi.

15 Temmuz 1998'de eşcinsel olduğundan dolayı öldürülen Caner Alper ve Mehmet Binay'ın yakın arkadaşları Ahmet Yıldız'ın hikayesini anlatıyor film.
Yani hikayemiz gerçek bir öyküye dayanıyor.  (İsme tıklayarak bilgi alabilirsiniz)

2011 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film, En İyi İlk Film, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Tilbe Saran), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Erkan Avcı) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Norayr Kasper) dallarında 5 ödül birden alarak o yılın en çok ödül alan filmi ünvanına sahip olmuş.

Acı şekilde konusu oldukça tanıdık olsa da artık eşcinselliğin türk filmlerinde daha cesurca dile getirildiğine sevinmeme sebep oldu Zenne.
Bu tarz filmleri izlemeyi -her ne kadar bu konu hakkında sığ düşünenlerin at gözlüklerini çıkarıp atmaları yönünde bir fayda sağlamayacağını düşünsem de- çok seviyorum.
Fikri kalıplaşmış ve artık kaybedilmiş beyinlere olmasa da belki de bu filmi şans eseri izleyen taze bahçelere sağlıklı bir tohum ekebilmek adına umut doluyorum...
Bütün korkunç gerçekliğiyle karşımızda duran bu hikayeden bir ders çıkarmak insan olabilmenin bir gereği olmalı bana göre.

Zenne, eşcinselliğin bastırılmış yanını bir yandan doğunun töreleriyle, bilindik şekilde ele alırken, bir yandan da bunu sadece üzücü bir hikaye şeklinde ele almayıp, bizde erkekliğin şartı sayılan askerlik gibi bir konuyla harmanlayarak kendini daha da farklı kılmayı başarıyor.

Demir Demirkan imzası taşıyan müzikleri, oyunculukları ve filme anlam katan detayları ile Zenne çok sevdiklerim arasında yerini aldı.

Imdb : 7.3
Can (Kerem Can), bir kulüpte zenne olarak çalışan, sanatını severek yapan, renkli ve neşeli biri. Asker kaçağı olduğundan dolayı sadece geceleri dışarı çıkıyor. Gündüzleri korkuyla evde saklanıyor. Annesi, polisler sürekli evi kontrole geldiğinden Can'ın bulunmaması için onu teyzesinin yanına yollamış, bu yüzden onu çok seven ve aslında hasreti yüzünden oldukça acı çeken annesiyle çok nadir görüşüyor.
Can'ın da, annesinin de bütün bu acıya katlanmaları çok geçerli sebepleri var. 
Can'ın babası o ufakken Subay olarak şehit olmuş. Abisi ise zorlu bir askerlik sürecinden geçtikten sonra aklında çıkaramadığı kötü anıların gölgesinde günlerinin evde içerek ve sinir krizleri geçirerek sürdürüyor.
Ve bu tabloda belki de en büyük acıyı çeken anne Sevgi, hak vermemenin zor olacağı şekilde en azından küçük oğlunu bütün sevdiklerinin elinden alan bu düzene kurban vermek istemiyor. 
Bunun için oğlunun onu kahreden hasretini çekmesi gerekse bile.







Hikayemizin yan rolde anlatılan fakat arka planda filmin üstüne kurulduğu bir diğer karakteri Ahmet.
Ahmet bize tanıdık gelen doğunun töre veya fark göremediğim şekilde gelenek-göreneklerine, babadan oğula devredilen yaşam biçiminde sıkışıp kalan, annesinin hastalık boyutuna varan gelenekçiliğinden dolayı eşcinselliğini açıklamaya hiçbir zaman cesaret edememiş biri.
Annesinin ufaklığından beri Ahmet'teki farklılıkları sezinleyerek aldığı önlemlerden biri de, okumak için gittiği İstanbul'da peşine adam takmak oluyor.
Bunun farkına varan Ahmet bir akşam peşindeki adamdan kurtulmak için bir arkadaşının yardımıyla Can'ın çalıştığı kulübe sığınıyor ve böylece tanışıyorlar.



Can'ın fotoğraflarını çekmek isteyen, zamanında Afganistan gibi savaş bölgelerinde fotoğrafçılık yapmış olan Daniel'ın Ahmetle tanışması ve onun hikayesinin de ayrı perdede filme dahil olmasıyla Zenne, yalın ama çarpıcı bir dille anlatılmış, derin bir dostluk öyküsüne dönüşüyor.




Oyunculuklar, özellikle Kerem Can ve Rüçhan Çalışkur'un oyunculukları gerçekten kusursuzdu. Hani zamanında Erol Taş'ı yolda görenler pek hoş davranmazmış ya, ilk defa bir oyuncu için aynısını hissettim. Rüçhan Çalışkur'u yolda görsem sinirlenmeden edemem sanırım, işte o kadar iyi canlandırdı Kezban karakterini. Onun gibi bir üstada da bu yakışırdı sanırım.

Filmde Ahmet'in sorunlu annesini canlandırıyordu Rüçhan Çalışkur. Filmin hep eşcinsel sorunlarını farklı noktalardan yakaladığını söylemiştim ya, işte bir ayağı da Kezban karakteriydi.

Doğunun katı törelerinin sahiplenicisi olarak genelde erkek figürü göz önüne çıkarken Kezban karakteri eşine bu konu yüzünden tokat atacak kadar sert, oğlu ufakken kardeşinin kıyafetlerini giydi diye yoğun bir şiddet uygulayacak kadar korkunç ve renkli tişört giymesine bile izin vermeyecek kadar hastalıklı karakteri ile izlediklerim arasında ilk kez töresine bu kadar bağlı bir kadın, bir anne figürü olarak öne çıktı.






Belki de annesi olmasa babası Ahmet'in hangi kimlikle olursa olsun evladı olduğunu hatırlayacakken annesinin acımasızlığı karanlığa sürükledi Ahmet'i.

Töre denilince herkes açıkça görür ki en çok ezilen, yıpranan, zarar gören kadınlardır.
O kültürün içine doğan bir erkeğin istisnasız acımasızlığına alışmışken bunun bir kadın ve tekrar söylüyorum bir "anne" tarafından gerçekleştirilmesi bir katilin, hırsızın bile kendi içinde bir parça masumiyet payı varken Kezban'ı en ufak masumiyet kırıntısından çok uzağa düşürüyor.

Ve ne acıdır ki bir parça düşününce böyle kadın karakterlerin varlığından emin oluyorum.
Erkek egemenliğinin değiştirilmesi imkansız düzenine yenilmiş, düşünmeyi çoktan unutmuş ve hayatını bir insan olarak değil, belli görevleri olan bir robot misali yaşamaya alışmış, sadece kadına özel sağduyusunu çoktan kaybetmiş kadınlar,anneler.
Maalesef varlar.
Ama suç onlarda değil, adalet inançlarını ve saflıklarını kaybettiren bu sistemde, bunu da biliyorum.

Koruduğu törelerin asıl hedefi bir kadın olarak kendi iken, kendi idamını onaylamak anlamına gelen savunmacılığı yapabilecek noktada olması bir insanın iyiye, iyiliğe, adalete olan umudunu kaybetmesiyle ne kadar korkunçlaşabileceğini gösteriyor bize.
Kezban karakteri filmde en ilgimi çeken karakterlerden biri oldu.




Ahmet'in Daniel ile olan ilişkisine sığınarak, ondan aldığı güvenle hayatına yeni bir yön verme çabaları aşkın ve sevginin çoğu şeyde olduğu gibi böyle köklü bir acının da tesellisi olabileceğini bir kez daha kanıtlarken yine de Ahmet'in ondan başka kimsenin anlayamayacağı bir çıkmazda olduğu çok iyi şekilde anlatılmış filmde.
Peşindeki adamdan utanarak, sıkılarak, hatta sırrını saklaması için para ödeyerek gerçeğinden kaçarken Daniel'dan sonra aynı adamın karşısında dimdik durarak kimliğini cesurca göğüslemesi en duygulandığım sahnelerden biriydi.



Ve askerlik konusu.
Gerçeği nasıldır bilmiyorum ama askere gitmemek için eşcinsellere çürük raporu vermenin bir şartı olarak kişinin cinsel ilişki sırasında çekilmiş bir fotoğrafını istiyor askeriye.
Ahmet'te Can gibi asker kaçağı ve bu kaçıştan yoruldukları için gerekli fotoğrafları utana sıkıla çekerek Ahmet çürük raporu almaya, Can ise gerekirse askerlik yapmayı kabul etmeye varacak bir isyanla bunca zaman kaçtıkları askeriyeye gidiyorlar.

Bu zamana kadar hiç "vatan borcu" veya "erkek olmanın kanıtı" olarak görmediğim, en nihayetinde tuvalet temizleyip üst konumdakilere hizmetçilik yapılacak saçmasapan düzenin saçmasapan bir parçası olan askerliğin özellikle Can penceresinden bakarsak "Vicdani Ret" kısmına da dikkat çekmiş oluyor film.

Karşılarına çıktıkları, askerden kaçmayı en büyük onursuzluk zanneden doktor grubunun Can ve Ahmet'e olan tavrı mide bulandırıcı.
Gerçekten bu muameleyi görüyor olma ihtimalleri bile eşcinsellerin onları anlamayanlara olan nefretinin tamamını haklı çıkarıyor.

Doktorların Can'a "ibne misin oğlum sen?" den sonra sorduğu : "Baban bu halini görse ne derdi?" sorusuna Can'ın :
"Babam subaydı, şehit oldu. Şimdi hayatta olsaydı ne düşünürdü bilmiyorum"şeklinde hala sakin ve samimi şekilde cevap vermesi karşısındaki kendini adam zannedenleri daha da küçülttü gözümde.

İnsanımızın kendi gibi olmayana, hele ki cinsel ve mahrem konularda hayatında kendinden başka kimsenin dünyasına girmeye çalışmamış, kanıksayamadığı her türlü kimliği kendinden değersiz gören insan acımasızlığıyla yaklaşmasını hiçbir zaman anlamayacağım...



Bütün bu ciddi konuları bir kenara koyarsak Zenne dans sahneleriyle oldukça renkli ve büyüleyici. Belki kadın oluşumdan kaynaklıdır bilemiyorum ama bir zenneyi izlemeyi bir dansözü izlemeye bin kez tercih ederim. Hoş ben dansöz izlemeyi hiçbir koşulda tercih etmem o ayrı. Keyif vermez.

Ama bir erkek vücudunun da kadın kadar esnek olabileceği gerçeği ve o mükemmel takılarla kusursuzlaşan maskülen zerafeti cezbediyor sanırım.
Kerem Can'ın dans dersleri almış olduğuna eminim fakat ben çok daha esnek ve kareografisi daha sağlam danslar görmek isterdim. Filmin genel olarak anlatmak istediği ana fikri düşünürsek elbette ki bunlar çok önemsiz detaylar olarak kalıyor.

Ne kadar eleştirmiş olsam da filmi sırf bu dans sahneleri yüzünden hd izlemediğime üzüldüm.
Kesinlikle bu rengarenk rüya gibi sahneleri yüksek çözünürlükte izlemenizi tavsiye ederim.







Sevdiğim filmler hakkında çok konuşmak engelleyemediğim bir şey oldu artık :)
Şunu da anlatmam lazım derken bir bakıyorum kendimi kaybetmişim. Şu tahammülsüzlük dünyasında buraya kadar okuyan varsa ne mutlu bana.

Zenne'yi izleyin, izletin.
Ön yargılarını kırmaya uğraşanlara, bu nefretin yanlış olduğunu yavaş yavaş algılamaya başlayanlara ya da bu anlayışsızlık cehenneminden henüz nasibini almamış genç beyinlere.
Belki bir parça daha yaklaşırlar gerçeğe ve doğruya.
Belki bir gün bütün dünya anlar canları isterse kadının kadınla erkeğin erkekle sevişmesinin herkesin elma sevmeyeceği gerçeği kadar basit bir gerçek olduğunu.

Son olarak filmi Türkçe zannedip alt yazısız izleme ihtimalinizi düşünürek filmin %80'inin ingilizce olduğunu belirteyim. Ben bilmiyordum ve o anda alt yazı bulamayacağım için öylece izledim, yarım yamalak ingilizcem anlamaya yetti ki zaten öyle anlaşılmayacak karmaşık bir ingilizce yok.
Bir parça da almanca var. O yüzden alt yazılı izleyin derim.

Her zamanki gibi filmin o güzel müzikleriyle veda ediyorum.
Üşenmeyin Spotify'a abone olun, kendisiyle uzun süredir aşk yaşıyorum.

İyi geceler, mutlu haftalar!


Yeni Kolyeler

$
0
0
Herkese merhaba.

Bol dizi izlemeli, instagramlı ve kitap okumalı günlerden biraz kafamı kaldırarak sadık hobime geri döndüm.

Elimde uzun süredir bekleyen taşlardan 2 tane kolye yaptım. Pembe olan ojeyle boyandı. Siyah olan ise kendi rengiydi. Ojeyle boyayarak bir pembe kolye daha yapmış, onu kendin yap projesi olarak aşama aşama anlatmıştım. Yapılışını merak ederseniz o posta şuradan göz atabilirsiniz.

Ben çok sevdim, özellikle gömleklerle severek kullanacağımı düşünüyorum. Siyah kolyenin kelebeğe benzetilmesine ise kelebek fobisi olan bir insan evladı olarak azıcık bozulmadım değil.
Yaparken hiç farketmemiştim fakat alt kısmı maalesef benziyor (-_-')












İki postta da fotoğrafını çekmek aklıma gelmediği için bir detay olarak şunu belirtmek istiyorum:
Taşları ojeyle boyadıktan sonra diğer postta gördüğünüz gibi keçe üzerinde tasarımını yapıyorum. Daha sonra hiçbirini bozmadan kritik noktalardan başlayarak taşları kaldırıp silikonlamaya başlıyorum.
Silikon kuruduktan sonra da taşların etrafından keçeyi önden görünmeyecek şekilde kesiyorum.
Yani gördüğünüz kolyelerin arkasında keçe var ama belli bile olmuyor.
Yapmayı düşünenler için bunu da anlatmak istedim.

Bu arada Gintamalı header'ı mı farkettiniz mi? Çok buruğum izleyici.
Dünyanın en güzel animesini bitirdim ki acele ettiğimden dolayı ne büyük gerizekalı olduğum tescillenmiş oldu. Çok, çok özleyeceğim, postunu bile yazamam bir süre öyle üzgünüm.

Mutlu hafta sonları!






Yaralı Ankara Kalesi

$
0
0
Merhaba izleyici.
Eylül geldi. En sevdiğim... Doğum günümü barındırdığından değil, kışı müjdelemesinden dolayı severim en çok. O şımarık yaz mevsimine "hadi canım evine" der sanki en cool tavrıyla.
Bana eşlik edercesine tüm sosyal medya alemi hep bir ağızdan "hello september" demekle meşgul.
Ne çok seveni varmış meğer.

2 yıllık Ankaralı olarak zaten çok da gezilecek bir yeri olmayan şehrin (en azından benim bildiğim) gezilip fotoğraf çekilecek bir avuç mekanına da yeni yeni gidebiliyorum.
Ankara Kalesi de bu mekanlardan biriydi. Instagram'da çoktan geziden bazı fotoğraflar paylaşmış olsam ve hayalimdeki fotoğrafları çekemesem de yine de postunu yapmak istedim.

Gitmeden önce dokusu itibariyle süper fotoğraflar çekeceğim diye heveslenirken yolda çocukların ve teyzelerin tacizleri, her kuytudan yükselen pis kokusu ve güneşin de etkisiyle bayılmadan önce bir kaç poz alıp tadını elimden geldiği kadar çıkarabildim.




Macera daha girişte başladı.

İçeri yeni adımımızı atmıştık ki  3 tane gencin yumruklu küfürlü kavgası sahneleniyordu merdivenlerde.
Biri sinir krizi geçiriyor, diğeri onu zaptetmeye çalışıyor, öbürü bunu dövmüş kaçıyor...
Bunlardan bir kaç merdiven ötede ise kalenin güvenliği elinde gazetesiyle olanları seyredip kendi kendilerine dağılmalarını bekliyor.
Direk eleştirmek istemiyorum, belki de bıkmıştır artık akşama kadar kaç tane tip biri kafaya taksa rahat şekilde zarar verebilir. Tehlikeli tipler. Bir tane adamla güvenlik sağlanacak gibi değil.
Bırakın düzgün fotoğraf çekmeyi gerildik, tedirgin olduk, hemen yukarıya çıkmaya çalıştık



Yukarı doğru ilerlerken her yanda aşağıda kavga edenlere benzer tipler ve bağıra çağıra gezmeye gelenleri inceleyip aralarında fısıldaşan küçük çocuklar gördük.
Bir tanesi "abla çek çek böyle çek" dedi dayadı kolunu merdivenin kenarına, güler misin ağlar mısın :D
Neyse çektim bu sefer başladı para muhabbeti. Yoktan anlamıyorlar hep beraber cümbür cemaat geziyoruz.
Boynunda makine olanları başka şehirden zannedip daha sağlam yükleniyorlar.
Dur şu açıdan da bakayım, şunu da çekeyim demek ne mümkün. Tek amaç bir an önce daha sessiz görünen tepeye varmak oluyor (ya da sessiz zannedilen)


Surlara giden yola adımımızı atıyoruz ki bu sefer daha büyük (12-13) yaş versiyonları kesiyor yolu.
 "Ankara Kalesi şu şu yılda şu şu tarafından ele geçirilip..." diyerek sorgusuz sualsiz rehberlik tacizine maruz kalıyoruz.
Biz durdurmak için bir nefeslik ara vermesini beklerken o işini bitirmiş şekilde;
"İsterseniz bunları bir de ingilizce olarak tekrarlayabilirim" diyor. Biz dumur :D

"Biz turist değiliz, Ankaralıyız" diyoruz olmuyor.
Daha sağlam argümanlar ortaya koyunca onlar da vazgeçiyor bizden. Ve nihayet tepedeyiz.

Aşağıdaki fotoğrafta ben durumdan dolayı sinirle karışık eğlenirken eşimin fenalık geçirdiğini görüyorsunuz, peşinde 3 çocuk. En az 3 çocuk!



Ne mutlu ki yine kedilerimi buluyorum. Mıncıklayıp öpüp koklayıp yine sokağa bırakıyorum kendimden nefret ederek.




Surlar müsait mi peki gezmeye?
Ne mümkün! Her köşeden yükselen idrar ve dışkı kokuları, cüzdanınızı bir kaç kez kontrol etmenize sebep olacak tehlikeli tipler ve yine ısrarla hediyelikler almanızı isteyen sözlü tacizler...
İnsansız bir köşe bulup bir kaç fotoğraf alabiliyoruz fakat artık yakıcı sıcağın da etkisiyle, öylesine.
Panaroma almayı bile unutuyorum.











Şu fotoğrafı çekebilmek için midemi ve burnumu bir süreliğine kurban verdiğimi itiraf edeyim. Adımınızı atamazsınız öyle bir koku.
Bari bu kadarcık olsun dedim, yoksa boşa gelmiş gibi sayacaktım.
Mekan aslında çok daha hoş fotoğraflar çekmek için müsaitti fakat dediğim gibi sıcak,koku ve tacizlerin etkisiyle pek de istediğim gibi çekimler yapamadım.






Dönüş yolunda ise benim bir kaç dakika bile duramadığım kokunun tam göbeğinde insanların koca bir hayatı sürdürdüklerini görüyorum. Yıkık dökük evlerden çocuk sesleri geliyor. Ancak çok, çok kötü durumda olanlar bomboş.
Daracık sokaklarında sağdan soldan evler üzerinize yıkılacak gibi.

İşte o sokağa girdiğimde utanıyorum kendimden girişteki çocuklara içten içe kızdığım, başka bir çarelerinin olmadığını düşünemediğim için...
Yine aynı şükürle gelen şükürden utanma hissi. Adaletsizliğin mide bulandırıcı isyanı.
Değişen bir şey yok dünyada. Ben görünce daha gerçek olmadı hiçbir şey.









Diğer tarafta bir şeyler içmek ve dinlenmek için kafeler, restoranlar  var. Fakat biz fotoğraf amaçlı gittiğimiz için hiç o tarafa uğramadık. Gezilecek çok daha fazla yer olduğuna eminim. Bu yüzden bir sonbahar zamanı tekrar gidilmeli. İlk sefer biraz acemiliğimize gelmiş olabilir.

İşte böyle karmakarışık duygularla bitiyor gezi.
Bir daha yaz mevsiminde asla çıkmayalım ortak kararı alarak iniyoruz aşağıya.
Ben asıl gün batımını çekmek istemiştim fakat eşim hiç güvenilir olmadığını söylemişti gitmeden.
Zaten o ortamı gördükten sonra o istese ben duramazdım. Hele ki bu postu yazarken öğrendiğim kadarıyla geçen aylarda surlarda bir ceset bulunmuş. Evet işte o kadar tekinsiz bir ortama sahip Ankara Kalesi.
Bunca gerçek göz önündeyken hala "türistik mekan" olarak anılması bile saçmalıktan ibaret.
Ankarayı gezmeye gelen bir yakınımı asla götürmem...

Hangi tarihi değere sahip çıktık ki buna çıkalım?
Hangi insanımıza sahip çıktık ki şimdi de oradakilere sahip çıkıp, daha düzgün bir yerde barınma imkanı vererek orayı restore edelim...
Hiç şaşırmıyorum.

E ne bu böyle dümdüz fotoğraflara baktık, biraz da tarihi bilgi edinelim derseniz şuraya alalım : Viki


En zayıf çıktığı fotoğrafları özenle seçip post yapan çakal Ponti Ankara'da özel araçsız gidilecek, gezilecek, fotoğraf çekilecek yerler konusunda siz üstadlarından tavsiye istiyor efendim.
Çok yalvarıyorum fikir verin yoksa bu şehrin hastalıklı sevgisi azalacak gönlümde.
Çok daha güzel fotoğraflarla görüşmek üzere.
İyi geceler!



Eski mekanlar ve yaralı hayatlara uygun olarak, bu aralar çokça Sezen Aksu dinlememin de etkisiyle postun şarkısı olarak bunu seçtim.

Yine Jim Carrey, Yine Harika Bir Film : I Love You Phillip Morris (2009)

$
0
0
Merhaba izleyici.

Dün gece hem müthiş sevimli, çok eğlenceli, aynı zamanda da çokça hüzünlendiren harika bir film izledim.
Beni bu kadar eğlendirmesi ve keyif vermesinde ondan bunu hiç beklemiyor oluşumun da etkisi vardı tabi :)

Baş ağrımdan uyuyamadığım için kenarda bekleyen çerezliklerden yormayan bir film izleyeyim de unuttursun amacıyla açtım I Love You Phillip Morris 'i.
İçinde Jim Carrey varsa mutlaka güzeldir diyerek stokladığım, konusu hakkında bile hiçbir şey bilmediğim bu film beklentimin çok üstünde çıktı.

Filmin başında gerçek bir hikayeden alındığını öğrendiğimde epey şaşırdım, meraklandım.
Ve film ritmi, kurgusu, akışı ve anlatımıyla öyle su gibi akıp bitti ki güleyim mi, ağlayayım mı karar veremeden finalde yüzümde gülümseme ve gözlerim dolu dolu kalakaldım.

Bir çok filme, belgesele ve makaleye konu olan, cezaevinden bir çok kez kaçmasıyla, üstün bir zekanın ürünü olduğu belli olan dolandırıcılık yöntemleriyle dikkat çeken ve günümüzde hala hapis yatmakta olan ünlü eşcinsel dolandırıcı Steven Jay Russell 'ın hayatının anlatıldığı filmin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi Glenn Ficarra ve John Requa.

Başrollerinde Jim Carrey ve Ewan McGregor var.
Hayatını sigorta dolandırıcılığı ile sürdüren Steven eşcinselliğini toplumdan saklayarak yaşamış, hatta evlenip bir çocuk sahibi olmuştur. Fakat bu gizli saklı yaşantısı bir gece ölümcül bir kaza geçirdiğinde tamamen değişecektir.
Yaşamının değerini anlayarak, hayatının geri kalanını bir yalanı yaşayarak geçirmektense artık gerçek kimliğiyle özgürce yaşamaya karar verir.
Karısından boşanır ve Floridaya taşınır. Bir erkek arkadaş edinir ve tam olarak hayallerindeki hayatı yaşamaya başlar.
Fakat bu rüya uzun sürmez ve Steven yakalanarak hapse atılır. Hapiste tanışacağı Phillip Morris ise bütün hayatını uğruna harcayacağı büyük aşkı olacak, onu kurtarmak ve güzel bir yaşam sunmak uğruna hiç uslanmadan gitgide daha büyük suçlara bulaşacaktır. 



En başta kabul etmek gerekir ki Jim Carrey oyunculuğu diye apayrı bir kulvar var, gerçekten var. 
Bu adam nasıl bir yeteneğe sahiptir ki yıllardır izlememe rağmen hala aynı heyecanla şaşırıyorum. 
Baş Belası filmindeki mimikleri ve Maske filmi geliyor aklıma önce, malum onu o şebek halleriyle sevdik ilk. 
Sonra Eternal sunshine of the spotless mind ve 23 filmindeki ciddi rollerini düşünüyorum.
Finalde ise bana göre oyunculuğu açısından tam olarak budur dedirten filmi Truman Show'a geliyorum;

"Ha olur ya belki görüşemeyiz. İyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler!"

Şu repliği hatırlarken bile hala gözlerim doluyorsa onun kusursuz oyunculuğu sayesindedir. 
Bu adama olan hayranlığım çok ayrı, çok büyük.

Diğer filmleri gibi bunda da şaşırtmayarak hem güldürüp, hem ağlatmayı ustalıkla başarıyor.
Finalde Phillip Morris'in karşısında öyle bir ağlayışı var ki gerçek hayatta, gerçek duygularıyla nasıl davranıyor hayal bile edemiyorum. 
Bu kadar gerçekçi olabilir, bu kadar temiz oynanabilir. 




Ewan McGregor ise en az Jim Carrey kadar takdir edilesi. Onun ritmine çok başarılı şekilde ayak uydurarak oynuyor rolünü. Daha önce pek dikkatimi çekmeyen bir oyuncu iken bu filmle birlikte ona da hayranlık duydum.
Çoğu kişi Obi-Wan Kenobi'nin (Star Wars) eşcinsel rolünde Jim Carrey ile çatır çutur öpüşmesini kaldıramamış yalnız bunu gözlemledim :)
Birlikte o kadar sevimliler ve o kadar romantik sahnelere imza atıyorlar ki, heteroseksüel bir çiftten almadığım elektriği alıyorum.

Eşcinsel olmadığı halde o rolü bu kadar iyi yapmalarının üstüne yakınlaştıkları sahneleri böylesine cesurca oynayan bu iki oyuncuyu çok şaşırarark takdir ediyorum.
Gerçek oyunculuk böyle bir şey demek ki. 
Gerçek kimliğinden tamamen sıyrılıp bütün ön yargılarını, korkularını, kişiliğini setin dışında bırakabilmek...






Filmde izlediğimiz dolandırıcılıklar bana sıklıkla hatırlattığı Catch Me If You Can 'deki kadar sağlam ve akla yatkın şekilde açıklanmasa da bunların gerçek bir hayat öyküsünden alınmış olması eleştirme hakkını da alıyor elimizden.
Ne kadar uçuk görünürse görünsün iq'su 163 olarak hesaplanan zeki dolandırıcı Steven Jay Russell tarafından gerçekleştirilmiş suçlar hepsi. 
Filmi izleyince daha iyi anlayacaksınız ki bu zekaya gizli bir hayranlık duymamak mümkün değil. 

Sadece bazı detaylar eklenerek daha gerçekçi şekilde işlenebilirdi diye düşünmeden edemedim. 
Bu bilgilerin orijinallerine erişmek de pek mümkün olmadığından filmin o kısmını affediyorum diğer bütün mükemmeliğinin yanında.



İşin komedi ve romantizm kısmından bahsettim hep fakat arka planda çok sağlam bir dram kısmı da var. Ben salya sümük ağlamasam da bir kaç damla akıtmadım değil.
Hani öyle gülelim eğlenelim diye açıp kendinizi ağlarken bulursanız şaşırmayın. Bu filmin en ilgi çekici özelliği duygu karmaşası oldu benim gözümde. Çok seviyorum böyle filmleri.
Neşeli gibi görünen hüzünlü şarkıları da çok sevdiğim gibi aynı :)






Ve elbette ki müzikler! Şaşmaz teorim gene yanıltmadı ve her güzel filmin olduğu gibi I Love You Phillip Morris'in de müzikleri enfesti. Çok doğru sahnelerde giren başarılı müzikler filmin içine daha da rahat kurulmamıza en büyük yardımı yaptı her zamanki gibi.
Spotify listesinde bazı şarkılar yasaklı olsa da en azından isimleri görüp meraklısının araştırması için koyuyorum.







Imdb'de 6.7 puan almış oluşunu tamamen eşcinsel düşmanlığına bağlıyorum. Bu kadar da emin konuşuyorum çünkü öyle bol keseden puan dağıtan biri olmamama rağmen çok rahat 7.5 verirdim ben. Yorumlardan gördüğüm kadarıyla daha fazla verenler bile olmuş. 
Yani aldığı puanı hak etmeyen filmlerden birisi I Love You Phillip Morris, aldanmayınız.
Eşcinsel sahnelerden dolayı ülkemizde vizyona girmemiş doğal olarak, hatta bir kaç ülkede daha gösterilmemiş. Ki öyle abartılı hiçbir sahnesi de yok.

İyi ki dün başım ağrımış, iyi ki elim bu filme gitmiş, iyi ki daha fazla beklemeden bu harika filmle tanışmışım dedim gün aydınlanırken bitirdiğimde :)

Son olarak trailerını bırakarak kaçıyorum. 
Mutlu haftalar!


Kadını Metalaştırmaya En Net Eleştiri : Supervenus

$
0
0
Merhaba millet.
Bugün doğum günüm ve ben bu günü evde çok, çok hasta bir halde youtube videoları izleyip ekrana anlamsızca bakarak geçiriyorum.

Kısa filmleri çok seven ve bir amacı, görüşü, durumu anlatmak için çok güçlü silahlar olduğuna inanan biri olarak Supervenus'e denk geldiğim için mutlu oldum bugün.

Supervenus 17. Brüksel Kısa Film Festivali'nde 'heteroseksist erkeklerin kadın algısı' temasıyla çokça ilgi çeken ve bu ilgiyi hak eden çok başarılı bir kısa film. Mutlaka izlemelisiniz.

Bu konu hakkında beylik lafları hiç sevmiyorum. Hatta bu işte erkeklerin zerre kadar bir suçu olduğuna da inanmıyorum. Bütün suç kendini metalaştırmaya çokça hevesli kadınların!

Erkekler alı koyarak veya kafasına silah dayayarak yaptırmıyor bu ameliyatları.

Daha çok ilgi çekmek, rağbet görmek, kendini daha pahalıdan pazarlayabilmek için yapılıyor bütün bu işlemler. Hepsi daha çok prestij, saygı, statü ve para için. Erkeklerin bu tablodaki yeri ressam değil alıcı rolünde. 


Devamı gelmesi dileğiyle. 

Mutlu haftalar!



Aklımda Kalanlar : Cezmi Ersöz / Saçlarının Kardeş Kokusu

$
0
0
Merhaba millet.

Yeniden başladığım ve ömrümce sonlanmasını istemediğim yeni okurluk maceramda sanırım ilk defa içime bu kadar işleyen bir kitap okudum. Kendimi çokça sorguladığım şu günlerime denk gelmesinin ve yazarın melankolik dilinin de etkisi oldu tabi. Kendi bakış açımdan çokça örnekler gördüm.

Saçlarının Kardeş Kokusu 29 yazıdan oluşan, deneme türünde bir kitap. Yazılarının tamamının ortak konusu bana göre alabildiğine "hayat".
Topluma uyum sağlamak için takmak ve kanıksamak zorunda olduğumuz maskeler, söylemeye utanıp korktuğumuz tutkularımız, saklamak zorunda bırakıldığımız gerçek düşüncelerimiz,korkularımız, hayatın adaletsizliğini kabullenirken yaşadığımız acılar, bitmek bilmeyen kimlik bunalımlarımız ve bunlar gibi bir çok hem gerçek, hem de her insanın az ya da çok üzerine düşünüp kendini sorguladığı konulara değiniliyor.





Bana hissettirdiği en güzel duygu hastalıklı beynimle besleyerek iç dünyama hakim olmasına engel olamadığım isyanımın, çaresizliğimin sadece bana ait olmadığını göstermesiydi.
Bir diğeri ise diğer insanlara oranla kendime ve yeni tanıştığım insanlara bile gereksizliğe varan bir dürüstlükle yaklaşmamı yüzüme vurması. Hem sevindirdi, hem üzdü.
Çünkü gereğinden fazla dürüstlükle bu düzene asla ayak uydurulamayacağı mesajını verdi hep.
Ve çok doğruydu.



Yazarın diğer kitaplarını okumayı hevesle beklerken rahatsız olduğum tek şey bazen karşılaştığım kelime tekrarları ve anlam düşüklükleriydi.
Kitap hayatı siyah ve beyaz yüzlerini çarpıştırarak, olabildiğince gerçek anlattığı için çok da edebi bir dili yok ki olsaydı bence bu tadı alamazdım.
Başta bahsettiğim melankolik bakış açısı asla gerçekçi olmayan bir karamsarlığa bağlanmıyor.
O kadar "gerçek" duygulardan bahsediliyor ki kitabı okurken içten içe hep böyle düşündüğümü ve hissettiğimi farkediyorum.



Dediğim gibi bu belki de sadece yorum benzerliği, melankoli altyapılı yorumlamanın yakınlığıdır, bilemiyorum.
Ama ben bu kitabı, özellikle "Kara Bir Mevsimdir, Geçer" , " Elveda İkiyüzlü Umut" , "Saçlarının Kardeş Kokusu", "Sevgilerine Kaza Süsü Verilen Bu Hayattan Dışarı Çıkmam Gerek" , "Işığı Gören Filmler Gibi Solar Benzerler Arasındaki Aşk" yazılarını tekrar tekrar okuyacağıma eminim.
Cümlelerin iyileştirici sihrine inanan biri olarak sadece karanlık zamanlarda okuyacağım için, kitapta en çok bencilliğimizden bahsedilmesini de hatırlayıp gülerek.




Alıntılarımda dolayı kitabın kapağı şişmişti artık, hiçbirini es geçemedim.

ALINTILAR


Çünkü buydu benim için aşkın doğası. Kimse kendini korumaz. Ya hep ya hiçtir aşk. Ve aşkta yarın yoktur. Birlikte yolculuğa başlanır: içerilere, kalplere, çocukluğa. Şefkatin ve sevginin esirgendiği günlere. Sonra o sevinçli ıstıraba...
........................................



Oysa sevgili, böylesi yolculuklara çıkarken geriye bakılmaz, tereddütlere düşülmez... Yitirmeyi ve çok acı çekmeyi göze almadan kimse kurtulamaz bu adaletsiz hayattan, bu sefil esaretten... Kimse gerçekten aşık olamaz.
........................................



Bu ülkede asıl kişiliğiyle, gerçek yüzüyle yaşayan ya da yaşamak isteyenler üzerinde, asıl benliğini kapatmış, iç sesini susturmuş ya da ikiyüzlülüğü ve sahtekarlığı normallik diye yaşayan ve böyle yaşanması için nerede olursa olsun tavır koyan, her türlü kitle iletişim ve eğitim aygıtlarıyla duyguları körleştirilmiş, gözlerinin birinde hep bir kamera taşıyan insanların amansız ve ölümcül bir baskısı var.
Bence özgürlük, adalet, demokrasi gibi kavramlar bu karşıtlık ve ölümcül baskı yok sayılarak tartışılamaz. Biliyorum, bir gün her şey bir başka ışık altında, gerçek ve yalansız yüzlerle yeniden konuşulacak. Yoksa iç dünyasıyla köprülerini atmış, asıl benliğini öldürmüş ve içinde bir çöl barındıran insanlarla hangi konuda, ne paylaşılabilir ki?
........................................



Birazdan sabah olacak... Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk hiç yoktur ve hiç olmamıştır sevgili.
Birbirimizi kandırmayalım...
........................................



Bedenleri, gece boyunca birbirlerini etkilemek için söyledikleri, çoğu kez başkalarının yazdığı şiirlerden, romanlardan, film repliklerinden, daha önceki sevgililiklerden derlenip alınmış ödğnç anlamlardan pek etkilenmemiş, sanki onların yaratmaya çalıştıkları bu atmosferden daha dürüst, daha başına buyruk çıkmıştı.
........................................



Seni iş ararken, güç bela bulduğun bir işe alınman için ölçülü, cana yakın, kibar gözükmeye çabalarken nasıl da duygularını, biriktirdiğin anıları yüzüstü bıraktığını, evine dönünce, yalnız kaldığında bütün bu yaptıklarının acısını kendinden nasıl da çıkarttığını hissediyorum.
........................................



Bir türlü benimseyemediğimiz, ama yine de bizi aşağı çeken, tüketen, içimizi acıtan başkalarından kaçıp sığındığımız evlerimizde; bizi kuşatan ve her yakınlığımıza, her hayalimize, her hasretimize sızan parayla ve parasızlık duygularımızla; kendimizi bir sürgün, bir yara, bir hata hissettiğimiz bu dünyada ölümü beklerken bile kendimizi yine de koruma kaygısıyla ve artık gerçekte ne olabileceğini bile düşünmediğimiz gözleri oyulmuş beklentilerle yaşayıp gidecek miydik böyle?
........................................



Ancak ona doğumuyla birlikte verilmemiş olan sevginin yeri ona dışarıdan gelen bir aşkla, bir sevgiyle dolacak gibi değildi. Bir buz kovasına atılmış küçük bir kor parçası olabilirdi ancak bu.
........................................



Bu yüzden yıllardır kendi kendimin taklidi olarak yaşamaya mecbur bırakıldım. Düşlerim yalnızlık olarak geri döndü bana, arzularımsa camdan bir fanus oldu; ne kadar istedimse kapıların dışındaki dünyaya bir türlü dokunamadım. Sadece bir tek ben olsaydım cesaret edip yazamazdım bütün bunları. Benim gibi binlerce insan var, biliyorum. Bir türlü kendisi olamamış, bir türlü kendisini gerçekten anlatamamış, cemiyet onu kendi içinde tutsak ettiği halde ondan kurtulabilmek için dışına çıkmayı göze alamamış, hep bir şeylerle bütünleştirilmeye mecbur bırakılan mutsuz ve bedbaht kuşakların ülkesi çünkü burası.
........................................



Olup bitenlere, haksızlıklara, yolsuzluklara kızdığın zaman senin gibi milyonlar adına konuşuyorsun; haksızlıklara karşısın, dürüstsün, onurlusun öyle mi? Kimseyi kandırma, sen sadece elde edemediklerin, payına düşmeyenler için isyan ediyorsun. Bir türlü sınıf atlayamadığın için. O karşı olduğun haksızlıklardan, yağmalardan senin de eline bir şeyler geçse hemen kaparsın çeneni.
Biter meselen!
Sahi senin kaç yüzün, kaç ahlakın, kaç hayatın var? İşine geldiği yerde ve zamanda değiştirip anlattığın kaç geçmişin var? Konuşman başka, eylemin başka...
........................................



Aşklar sahiplerine, onların yazgılarına, öykülerine benzer sevgili. Bizim de aşkımız ürkek, yaralanmış çocukluğumuz gibiydi. Hoyratlıklardan, kabalıklardan, duygusuz dalgınlıklardan sonsuz alınganlıklara kapılıp hep arka odalara çekilen...
Bu hayat, bize nasıl acımasız ve hoyrat davrandıysa biz de kendimize ve aşkımıza öyle davrandık sevgili.
........................................



Biliyorum, sen de benim gibi insanların savaşlardan uzak, barış içinde birlikte yaşamalarını sağlamak için ne kadar hayalci ve ne kadar sonucu umutsuz da olsa birtakım etkinliklere katılacak, çocuksu ve en çok da hüzünlü dernek binalarında, ne yapmalı, nasıl yapmalı diye diye kendini hırpalayacaksın.
........................................



"Yaz bakalım" dedi, "yazıyorsun da ne oluyor, dünya yine aynı dünya, katliamlar, haksızlıklar, rezillikler hızla artıyor ve hiçbir şey değişmiyor"
........................................



Sokağa adanarak, ona teslim olunarak, sokakta geçirilen bir tek gece, güvenceli bir evde aylarca, yıllarca yaşamaya bedeldir bence... Gece sokakları, gözlerimizi örten yanılsama perdelerini kaldırır. Hayatın, o gündüzleri binbir hileyle gizlenen arka bahçelerini gösterir size...
........................................



Işıklar içinde, görkemli ve paylaşılmamış zenginliğin iktidarını yansıtan bir otelin önüne geldik. İçeride Viyana gecelerinden biri yaşanmaktaydı. Kadınlar ipek giysileri, erkekler o iktidar siyahı smokinleriyle bu hayatın gerçek sahipleri olmaktan hiç kuşku duymaksızın çılgınca vals yapıyorlardı.
........................................



"Görmeni istiyorum bütün bunları" dedi.  "Nefret ettiğiniz insanlar tarafından bile önemsenmeyi bekleyen, hep bireysel başarı, hep saygınlık ve statü peşinde koşan; uzlaşmayı, hep ödün vermeyi karşınızdakine ilişki diye yutturan sizlerin bu yersiz yurtsuz gece insanlarını tanıması gerekir, iyi bak onlara. Öyle uzaksınız ki kıran kırana yaşanan bu hayata..."
........................................



Dünyaya, onun herkesin ruhuna ve her şeye silinmez bir şekilde kök salmış yasalarına ve adeta yüzyılların ortak mirası olan ruhlarındaki o karanlık boşluklarıyla bile bile ve adeta bir yazgı gibi yaşayan insanlara derin bir inançsızlık ve gizli bir öfke duyarken yine de dünyada olmayı hissetmek istediğini söylemek, dahası insanların onaylarını ve sevgilerinin böylesine dinmek bilmeyen susuzlukla arzulamak nasıl bir çelişki, nasıl bir yalnızlık biçimi söyler misin?
Böyle yaşamak da bir çeşit intihar biçimi değil mi?
........................................



İnsan bir düşmandan kurtulmak ister gibi kendi kalbinden kurtulmak isteyebilir.
Tıpkı senin, bir akşamüstü, beni de kendinden çok uzak hissettiğin bir anda ; "keşke ben de o diğerleri gibi olsaydım, böyle her şeyden etkilenen, sürekli acı çeken, yoğun duyguları derinden özleyen biri olmasaydım. Kitap okumasaydım, öğrenmeseydim, bilmeseydim, hissetmeseydim. Daha huzurlu, mutlu, neşeli bir insan olurdum..." dediğin zamanki gibi.
........................................




O tasasız ve mutlu görüntüleri seni aldatmasın; öylesine kısır ve öylesine sıkıntılı bir hayatları var ki, ne seyrettikleri bir filmi doğru dürüst yorumlayabiliyorlar, ne de ellerine tutuşturulan bir kitabı doğru dürüst yorumlayabiliyorlar. Ve senin gibi kendi dünyasını yaratmış, yaşadıklarını sorgulayan, seyrettiğini ve okuduğunu yorumlayıp anlayabilen insanlardan nefret ediyorlar ve o dünyaları yok edip kendilerine katmak istiyorlar.



ALINTILAR



Kitap alıntılarını buraya aslında arşiv amaçlı yazıyorum. Bir deftere yazmak yerine buraya yazmak ise teknolojinin yapısını bozduğu kalem kağıt tutkumun kaybettiği nokta oluyor. 
Her ne kadar kendime arşiv olarak yazsam da birinin değer verip olduğunu bilmek de çok mutlu ediyor elbet.

Bu dünyada aslında en çok peşine düşülmesi gereken duygu kendi kendine yok olup var olabilen "anlamsız mutluluk" tur. Her tür kişi, olay ve gerçeklikten bağımsız, kalbinize bir kez dilini öğrettiğinizde bir daha kolay kolay unutmayacak bir duygudur bu.
Hepinizin onu bulması ve kalbine ezberletmesi dileğiyle.

Bu aralar çokça düş sokağı sakinleri çekiyor canım, hadi birlikte dinleyelim.
Şimdiden herkese mutlu hafta sonları!


Siyah - Beyaz Dünyada Renkli Bir Kadın : Persepolis (2007)

$
0
0
Merhaba izleyici

Bu hafta sonu tadı damağımda kalan enfes bir animasyon izledim.
Çoğunuz, özellikle sinema severler epeyce tartışılan bir film olmasından dolayı Persepolis ismini hemen hatırlayacaktır. Bilmeyenler için animasyon dediğimde bunun gökkuşağı renklerinde bir animasyon değil, ciddi eleştiriler içeren gerçek bir hayat öyküsü olduğunu belirtmek istiyorum öncelikle.

Persepolis 2007 Fransa yapımı, Marjane Satrapi'nin aynı ismi taşıyan ve çizgi roman olarak yazılmış otobiyografisinin sinemaya uyarlanmasıyla oluşan bir animasyon filmi.

Marjane Satrapi, İran'da İslam Cumhuriyeti devriminden önce komünist ve sosyalist faaliyetlere karışmış olan ailesinin de etkisiyle farklı, renkli, soran, sorgulayan ve hep merak eden bir çocuktur. Bir nevi doğuştan isyankardır.
İran'ın bu kaos dönemlerinde hapse giren, eziyet gören yakın akrabalarına hep sorular sorar, ne uğruna savaş verdiklerini anlamaya çalışır. Okul yıllarında şah'ın düşüşü ve İran-Irak savaşına tanıklık eder.

Ailesi Marjane'ı savaştan korumak için Viyana'ya gönderir. İki kültür arasında çıkmaza düşen Marjane, Viyana'da liseyi bitirdikten sonra  üniversite için tekrar İran'a döner fakat ülkesinde şartlar artık eskisinden de ağır bir hal almıştır. Marjane'ın tüm bunlara uyum sağlama ekseninde anlatılan katı rejim Marjane'ı nereye sürükleyecektir?
Film bize bütün olayları Marjane'ın  6 ile 20'li yaşlarının ortasına kadar geçen dönemdeki yaşadıklarından ve onun dilinden anlatır.

Persepolis'in bir filmlik daha vakit kaybedilmeden izlenmesi, izletilmesi gereken, özellikle postun devamında açıklayacağım üzere benim görüşümle neredeyse birebir mesajlar verdiği için benden tam puan almış, bütün övgüleri hakeden mükemmel bir animasyon olduğunu söyleyebilirim.


En başta Marjane karakterini övmek istiyorum çünkü kendisi küçük yaşından itibaren hayranlıkla izlediğim, farklılığıyla bütün film boyunca beni çok heyecanlandırmış, benim gözümde kusursuz ve özenilesi bir karakter.
En başta çocuk aklı ve sınırsız hayal gücüyle anlamlandırmaya çalıştığı olayları algılama şekli inanılmaz sevimli. Bu kadar ciddi olayların dönem çocuklarının bilinçaltına nasıl yansıdığına da tanıklık ediyoruz bu sayede.

Marjane'ın kendi bildiği gibi yaşama isteği yeterince saygı duyulası iken anlatımda kullandıkları detaylar ile karakter iyice yüceliyor gözümde.
İsyankar tavırları, her şeye hakim olan özgüveni,  küçük yaşta arkadaşlarını ayaklandırıp ufak çaplı bir isyan başlatması, okulda hocalarına anlattıklarının mantıksızlığından dolayı çıkışması ve bunun gibi bir çok aykırılığıyla çoğumuzun izlerken söylemek istediklerini dile getirerek ekran karşısında sinir krizi geçirmemizi engelliyor Marjane.



İçinde bulunduğu yasakçı karanlık zamanlara aldırmadan Marjane; Iron Maiden dinler, Punk is not dead ceketleri ile okula gider. Bu halleri ile göze batar elbet, fakat buna karşı bulduğu çözümler ise deli gibi gülmemize sebep olur.

Evet filmin en büyük kozlarından birisi kesinlikle komedisi. Trajik sayılabilecek bir öykü anlatılırken böylesine gülmek ve arkasından ağlayacak noktaya gelmek bana göre bir filmin en büyük başarılarından biridir. İzlerken Marjane karakterinin yaptıklarına o kadar gülüyorsunuz ki bir ara komedi filmi izlediğinizi zannedebilirsiniz.
Abba'yı küçümseyerek evde Iron Maiden dinleyip kendinden geçmesine uzun süre güleceğim sanırım :)






Son olarak karakter hakkında şunu söylemek istiyorum ki eğer gerçekten anlatılanlar birebir yaşandıysa, yani Marjane Satrapi o düzene bu kadar aykırı gidebilmeyi, karşı durabilmeyi ve özgürlüğünün peşinden her daim koşabilmeyi başardıysa benim için, özellikle bir kadın olarak Marjane'a hayranlık duymamak mümkün olamaz. 


Film çizgi romana sadık kalınarak siyah - beyaz yapılmış. Ki anlatılanların derinliği açısından da çok doğru bir seçim bana göre. Oradaki insanları anlamak, yaşananlara tanık olmak çok da renkli bir tecrübe olmadığından ancak böyle bir atmosferle daha etkili anlatılabilirdi diye düşünüyorum.

Film müslümanlık üzerine yoğunlaşıldığı zannedilse de hem belirli bir hakaret içermiyor, hem de rahibelerin katı tutumunu da bir kaç sahneyle ele alarak diğer dinlerin de pek farklı olmadığı mesajını veriyor. İşte tam da bu noktada benim görüşümle uyuşan noktaya geliyoruz. O da bütün dinlerin bir şekilde insana ve insanlığa zarar verdiği gerçeğine.



Ben ateist olsam da Kuran müslümanı bir eşim olduğundan çok iyi biliyorum ki ne İran'da yaşananlar, ne yapılan baskılar, eziyetler, ne recm denilen uydurma ceza yöntemi,  ne de bakire bir kadının idam edilmesi yasak olduğu için önce rastgele bir adam tarafından bekaretinin alınması asla kuran'a sığmayan, tamamen insanların kendi çıkarları doğrultusunda yarattığı gelenekçi müslümanlığın sonuçları.

Fakat ne olursa olsun, gerçek müslümanlık bu olmasa dahi insanların yıllardır bu yanlış algı yüzünden acı çektiği gerçeğini değiştirmiyor. Bu noktada da din sadece gözümde insanlara acı veren bir kavram olarak kalıyor maalesef. 
Ve yine maalesefçokça eminim ki insanlar eğer bir din mensubu olmak istiyorlarsa sadece kutsal kitaplarına kulak vermeleri gerektiğini önümüzdeki en az 50 yıl daha kavrayamayacaklar.

Neyse, bunlar kişisel ve derin konular. Ne anlatmak, ne de tartışmak istiyorum açıkçası. 
Sadece filmin konusu bu kadar açık şekilde din iken bu kadarını söylemeden edemedim. 


Imdb puanını yine çok sevdiğimden dolayı az buldum. Nereden bakarsam bakayım bir kusur bulamıyorum çünkü. 
Bir parça hakaret, saygısızlık içerseydi tamam fakat film tamamen İran'da yaşamanın ve o dönemin zorluklarına odaklı şekilde geliştiriyor anlatımını ve kurgusunu. 
Her şey o kadar net, derin, ve yalın ki. Sert bir eleştiri dahi göremedim filmde.

Bu yüzden konusu, diyalogları ve anlatımıyla 9.0 puanı hak ettiğini düşünüyorum. 



Marjane'ın genç bir kadın olana dek başına gelenleri daha fazla açıklamak izlemeyenlerin tadını kaçırmak olur. Bu yüzden eğer zevkime güveniyorsanız mutlaka izleyin demekle yetiniyorum. Zaten Marjane'ın yaşadıkları gerçek hikayeden uyarlama olduğu için çok da yorumlanması gerekmiyor.
Yasaklanan her film, her hikaye gibi bu hikayenin de bakış açınıza, düşüncelerinizi bir şeyler katacağına, algınızı besleyeceğine eminim. 

En sevimli soundtrackini mutlaka dinleyin.

İyi geceler, iyi haftalar!


Pontistagram #5

$
0
0
Merhaba, merhaba, merhaba.
Kış bloglarını özlediğimi söylemiştim değil mi? Söylememiş, sadece düşünmüş de olabilirim, bilemiyorum.
Ama düşündüğüm çıktı ve sevdiğim bloglar birer ikişer özüne dönmeye, dolu dolu postlar yazmaya başladılar. Yaşasın kış, kahrolsun ayak fotoğrafları :P

Instagramda yaşayan bloggerlara dönüştüm iyice, A'dan Z'ye postlarına yazmam gerekenleri instagrama yazar oldum. Kışla birlikte ben de bunu değiştiriyorum yavaş yavaş. 
Hadi başlayalım. 




Tamam melankoliğim anlıyorum fakat geçen postta bahsettiğim cıvıl cıvıl sponge bob'lı resim defterine ilk olarak şunu karalamam gerçekten densizlikten başka bir şey değil.
Biraz huzursuz etti ama pek beğendim efendim.
En kıskandığım mesleklerin başında gelen çizerliğe karşı çocuksu isyanımı dile getirdim ehe mehe.



Çok, çok sevdiğim fakat bir türlü takamadığım küpelerim. 
İnanılmaz Aile 'nin jet gibi koşan minik oğlunu tanıdınız sanırım? Hemen tanıyın.



Hamamönünden.
"Durma göğe bakalım" yazmadım altına bakın özellikle belirtmek istiyorum. Yeter.


Doğayı sev, yeşili koru, kediyi öp. Tıkla


Çırpınıyor kuş, ama ne için?
Şu kafayı taktıklarım gibi prestij, alkış, beğeni ve onaylanma için değildir değil mi?
Tabi ki değildir, ne hakla kıyaslayabilirsin? 


Merhaba ben Ponti'nin yüzünün yarısı.
(bkz: random gülmek istemek ama hala utanmak)


Evet geldim pek bir övünç kaynağı meyve suyu şişesinden devşirme baharatlıklara.
Övünç benim değil ama eş durumundan nemalanıyorum azıcık.
Hiç üşenmedi tek tek etiketlerini temizleyip bu şahaneliği tasarladı. Bence harika oldular.





İnsanları düşündüren, aklına yağmurlar yağdıran, tedirgin eden karanlık fotoğraflar çekmek istiyorum. Adım adım, belki bir gün, tam da istediğim gibi.


Brenda : Tanrıya inanmıyorsun değil mi?
Nate : Tabi ki inanıyorum. Yani bir bulutun üstündeki aksakallı bir adama inanmıyorum ama bir şeylere inanıyorum. Açıklanamaz yaratıcı bir güce. 
Brenda :Bence her şey tesadüfi. 
Nate :Gerçekten mi? 
Brenda : Evet. Yaşarız, ölürüz. Eninde sonunda hiçbir şeyin anlamı yoktur. 
Nate : Böyle nasıl yaşayabiliyorsun? 
Brenda : Bilmem, bazen o kadar boş uyanıyorum ki keşke hiç doğmasaydım diyorum, ama pek seçeneğim yok, değil mi?

An itibariyle 3. sezonunun ortalarına geldiğim Six Feet Underözellikle diyaloglarıyla kendini sevdirmeye devam ediyor. Yukarıdaki diyalog çocukluğunda yaşadığı travmalar yüzünden bir türlü tutarlı yaşamayı sürdürememiş Brenda ile sevgilisi Nate'e ait. Ve insanların neden inanacak bir şeylere sıkı sıkıya tutunduğunun kanıtı gibi.




Evimin 7 yıldır baş köşesine kurulu Feridun posteri.
Düşünceler, duygular, yıllar hatta o bile değişse de benim için hala ilk günkü kadar anlamlı, hala hayatın benim için sürdürülebilir olmasını sağlayan bir kahraman Feridun Düzağaç.




Sıcak ve soğuk renklerin bir araya gelişi harika görünmüyor mu?




Dominique Appia'nın  Entre les trous de la memoire isimli tablosundan daha öncesinde de bahsetmiştim. Anısından, ne kadar sevdiğimden ve büyülendiğimden...

Hayatıma iz bırakan tek tablonun hikayesini instagramda uzun uzun anlattım. Merak ederseniz bakabilirsiniz.





"Papatya çayı içen kadınlar genellikle zarif kadınlardır" diye bir aforizma okumuş, gülmüştüm.
Hiç sevmem ama arada bir garip şekilde canım çeker.
En sevdiğim çiçek olduğundan olmasın? Neden olmasın?




Hello tabi canımın içi, eylül sevilmez mi?
Hatta o kadar sevilir ki suyu çıkarılır, herkes 10 kaplan gücünde melankoliye bürünür durduk yere.
Ne güzel de özel hissediyordum kendimi eylül de doğduğum için.
Çok lazımdı o etiketlere bakmak (-_-)



"Onaylanmamaktan korkarak esaret altında tuttuğunuz aykırı düşüncelerinizi ehlileştirmek ve aynılaştırmak için gösterdiğiniz çabayı, biraz olsun farklılıklarınızı sevmek için gösterseydiniz, şimdi kim bilir kalp toprağınızın kaç kat altına gömmüştünüz maskelerinizi. 
Ve kaç kişiye ilham vermiştiniz ışığınızla" demiştim instagramda. 
Tekrar diyorum.

Vee bitti.
Daha iyilerinde görüşmek üzere izleyici. Mutlu kal!


Aklımda Kalanlar : William Golding / Sineklerin Tanrısı

$
0
0
Merhabalar efendim.

Sineklerin Tanrısı çok sevdiğim, ayrıca şu aralar tasarımını fena halde kıskandığım blogger Ebru 'nun hediyesiydi bana. Yaklaşık 7 ay önce kazandığım çekilişinin hediyeleri arasındaydı.
Nihayet sıra geldi ve bu aralar adı sıkça duyulduğundan büyük bir merakla başladım Sineklerin Tanrısı'na.

Nobel Edebiyat Ödüllü ingiliz romancı ve şair William Golding'in kaleme aldığı roman;
Bir uçak kazası sonucu ıssız adaya düşen bir grup çocuğun hayatta kalma, vahşi bir yaşam şekline alışma ve en nihayetinde kendi özlerindeki vahşiyi keşfetme serüvenini anlatıyor.

İnsan egosunun değişmez üstün gelme çabasını karakteri henüz oturmamış çocuklarda dahi gözlemlediğimiz bu serüvende her hikayede olduğu gibi daha fazla iyi ve daha fazla kötünün savaşına tanık oluyoruz. İktidarı ele geçirme ve lider olma savaşları onları hayatta kalma savaşından bile daha çok cezbederken kendileri için hazırladıkları sondan bihaber şekilde gün be gün vahşileşmeye devam ediyorlar.

Ortaokul çocuklarına ders olarak verildiğini öğrendiğimde çok şaşırdım çünkü bana göre asla bir çocuk romanı değil. Gerekli çıkarımları yapabilmek ve ana fikri anlayabilmenin, gerek kitabın üstü kapalı mesajlar vermesi, gerekse insan doğası üzerinde edinilen tecrübeler açısından o yıllarda mümkün olacağını hiç sanmıyorum.

"Dünya, ne olduğu bilinen dünya,yasalara uyan dünya,kaymak üzereydi. 
Eskiden şu vardı, bu vardı; ama şimdi... Gemi de gitmişti."






Hikayemiz başlar başlamaz çocuklar beslenme, barınma ihtiyaçları ve kurtarılmak için neler yapabilecekleri konusunda her grupta olduğu gibi bir lidere ihtiyaç duyuyorlar.
Bu noktada kitap boyunca en yakından tanıyacağımız iki karakter öne çıkıyor;

Lider ruhunun yanında adadan kısa sürede kurtarılacaklarına olan inancı, adil yaklaşımı ve pozitif düşünce tarzıyla biraz daha medeni bir tablo çizen fakat yine de kendini bir parça diğerlerinden üstün gören Ralph,

Raplh'e göre biraz daha sert, vahşi ve adada hayatta kalmaya odaklı, avcı ruhlu ve ukala Jack.

Biz bu iki karakter arasındaki liderlik savaşını kitap boyunca okurken arka plandaki iki karakter ise en az onlar kadar dikkat çekiyor;

Kilosu, gözlüklü oluşu ve astım rahatsızlığı ile çocuklar için sürekli alay konusu olan, bu yüzden de adını hiç öğrenemeyeceğimiz, fakat bunların yanında bütün krizlerde ve sorunlarda en doğru önerileri getirerek aralarındaki en bilge çocuk olduğunu gösteren Domuzcuk,
Adadaki ruhani varlıklarla veya hayal güçlerinin eseri Sineklerin Tanrısı ile konuşabilen tek çocuk olan hassas Simon.

Okumayanların keyfinin kaçmaması için kitabın genel olarak bu dört karakter üzerine kurulu olduğunu bilmek yeterli olur sanırım.



Kitaba başlar başlamaz okuduğum ada tasvirleri beni kendimden geçirdi. Ben de çocuklarla birlikte adım adım keşfettim her yeri. Aklımda adanın haritasını net olarak çizebildim. Kitapların  en sevilesi özelliklerinden biri de bu sanırım. Bizi içine sürüklediği hayal gücümüzü çalıştırma, geliştirme çabası!

Tabiri caizse cennetten bir parça olan adaya çokça özenebilir, ben de bir kez içinde kaybolsaydım diyebilirsiniz hatta.




İki çocuğun iktidar savaşında daha sert ve acımasız olan, grup tarafından lider olarak seçilen Ralph'e duyduğu kıskançlığı kimseye belli etmeden içinde büyüten Jack sayesinde, bu kusursuz güzelliğin yavaş yavaş nasıl cehenneme döndüğünü okuyoruz.

Belki de; henüz medeniyete teslim olmamış, medeniyeti bir yaşam gerekliliği olarak kabul edememiş çocukların fırsatını bulduklarında özündeki vahşi ile barışıp hayvani içgüdülerine yenik düşüşü, umutsuzluklarının büyümesiyle doğru orantıda gelişiyor.

Başta fikir birliği ile kurdukları küçük bir medeniyetin belirledikleri ateşi canlı tutma, avlanma, yiyecek bulma, barınma sorumluları zaman geçtikçe görevlerini aksatmaya başlıyor.
Aynı bizim de bir işe hevesle başladığımız fakat bir sebepten soğuyup veya umutsuzluğa kapılıp baştaki hevesi göstermediğimiz gibi.




Çocukların isteksizlikleri ve temel alışkanlıklarına olan (temiz çarşaflar, güzel yiyecekler, temiz kıyafetler) özlemlerinin sebep olduğu isyanları onları güçlü olandan, isteklerine daha çok cevap verebilen liderden taraf olmaya zorluyor.
Medeniyet bu kadar ayağa düştüğünde, konu en temel ihtiyaçların dahi yoksunluğu olduğunda ise kaç yaşında olursa olsun insanın çıkarları için kendi cinsini öldüren, soyan, zarar veren bir hayvandan farkı kalmıyor. Tabi ki yine karakter farklılığı değişkeni geçerli oluyor her durumda olduğu gibi.

İyi tarafı kötüsüne baskın çıkan kişi genellemelere uymadan her şartta insanlığını koruyabilirken, kötüsü iyisine baskın gelen taraf ise yapısının bozulmasına bahane arayan iyi duygularını çabucak bir kenara atıp içgüdülerine  teslim olabiliyor.

Bu yüzden ben Sineklerin Tanrısı'nda genel bir insan psikolojisi çıkarımı değil de, farklı ruhların mecburi bir vahşileşme yolunda nasıl aynı ama nasıl da ayrı olduğu gerçeğinin irdelendiğini gördüm.



Sineklerin Tanrısı ( Lord Of The Flies) (1963)


Kitabın 1963'te ve 1990'da çekilmiş iki tane uyarlama filmi var. Eskisi İngiltere, yenisi ABD yapımı. Genel görüş 1963 filminin kitaba daha sadık kaldığı yönünde. Her ne kadar klasiklerin dilini sevememiş ve kitabı son sayfaları saymazsak zorla bitirmiş olsam da önce eskisinden başlayarak filmleri izleyeceğim.
En çok da kafamdaki ada ve karakter tasvirleriyle filmdekileri karşılaştırmayı istiyorum. Umarım keyif alarak izlerim.



Sineklerin Tanrısı ( Lord Of The Flies) (1990)
http://www.imdb.com/title/tt0100054/
Fragman


Sonuç olarak klasiklerin dilini sevenlerin zevkle okuyacağını düşünüyorum Sineklerin Tanrısı'nı. Meraktan sadece filmini izleyeceklere çoğu kişinin önerisi kitaba göre filminin çokça yüzeysel kalması yüzünden izlememeleri yönünde. Önce kitap, sonra film diyorlar genellikle olduğu gibi.

Okurluk maceramda epey yol katettiğimi hissediyorum izleyici. Yavaş yavaş kitap kimliğimi belirliyor, öyle hemen elimden bırakmıyorum hoşlanmadığım kitapları. Ne mutlu ki odaklanma sorunum geride kaldı. Aslında cevap biraz da sevilen bir kitap okumakta imiş. Tabi ki ilk etapta.

Şu sıralar Zihnin Arka Sokakları 'nın başlattığı kitap meydan okuması'na katılamadığıma o kadar üzülüyorum ki mutlaka seneye aynı etkinliği ben başlatacağım :)



Şimdiden mutlu hafta sonları!

Biten Animeler #6

$
0
0
Konnichiwa Minna!

İzninizle içinden gökkuşağı fışkıran anime dünyama sığınarak biraz şımarık bir giriş yaptım çünkü tam 4 aydır anime postu yapmamanın biriken enerjisiyle dolup taşıyorum. 
Bu 4 aylık aranın en büyük sebebi tabi ki dağa taşa haykırdığım üzere dünyanın en güzel animesi ilan ettiğim Gintama'dır.
Hala onu yorumlayamayacak kadar bittiğine üzüldüğümden dolayı üstüne 6 seri bitirip yeni post ile geldim. (Yaşasın işsizlik)

Gintama epey makara ve komedi bir anime olduğu için bitirir bitirmez ne kadar romantizm izlemeyi özlediğimi fark ettim. O yüzden bu postun bütün serileri romantizm kategorisinden animelerden seçilmiş oldu.
Ergen anime izleyicilerinden usanmış halde yine bloğuma sığınırken, bir bitenler postuna daha Türkiye'de yetişkin anime izleyicisinin çoğalması adına dualarla başlıyorum. 

Postu okumayacak olan akıllı başlıklı izleyicilerim içinse bir sonraki postumda yeni bağımlılığım hama boncuklarından ve yaptıklarımdan bahsedeceğimi, dev bir post olacağını duyuruyorum :D

Başlayalım.








Tür : Komedi, Romantizm, Seinen 
Yıl : 2013
Bölüm Sayısı : 24
Puanım : 6/10
Konu : Tada Banri liseden mezun olduğu gün arkadaşlarıyla birlikte kasabalarındaki ahşap köprü üzerinden evlerine giderlerken, suda bir şey gördüğünü sanan Banri ne olduğuna bakmak isterken köprüden düşer ve yaralanır. Yaraları iyileşir lakin bu kazadan sonra hafızasını kaybeder. Geçmişte tanıdığı herkes artık bir yabancıdır. Buna kendide dahil çünkü artık başka biridir. Ailesi sürekli bildikleri ve sevdikleri Banri'nin ne zaman geri geleceğine dair ümitlerini korumaktadır. Banri kazadan sonra üniversite sınavlarına hazırlanır ve hukuk fakültesini kazanır. Üniversite için Tokyo'da annesiyle birlikte bir ev kiralar ve evin eşyalarını düzdükten sonra annesi kasabasına geri döner. Banri artık koca şehirde tek başınadır. (Türk Anime)


Golden Time büyük umutlarla tamamlanmasını beklediğim bir animeydi. fakat beklediğime değmedi maalesef. Bunun yanında takdir edilecek bir çok özelliği de var tabi ki. 

Animelerde aşk olaylarının yarım bırakılmasına oldukça alıştık fakat Golden Time'ın ilerleyişi ve finali bana bütün konuların ve ilişkilerin hep yarım kaldığı hissini verdi.  Tada Banri hafızasını kaybetmeden önce aşık olduğu Linda ile sıfır kilometre bir hafızayla üniversitede tanıştığı Koko'ya duyduğu aşk anime boyunca hafızasıyla birlikte bir oraya bir buraya sürüklendikçe finalde iki taraf içinde mantıklı açıklamalar bekledim doğal olarak. 
Taraflardan birinin kolayca vazgeçmesi, hatta Banri'ye diğer taraf adına destek olması inanılmaz yapay geldi. Hele ki böyle duyguları başarılı şekilde işleyen bir animede iyice sırıttı.

Golden Time'ın övülecek en büyük özelliği ise Banri'nin psikolojisini çok iyi işlemiş olmaları. Kafa karışıklıkları ve geçmişe sürekli gidip gelen hafızasını, iki aşk arasında gidip gelişini, sorgulamalarını, anlam veremeyişlerini  çok iyi yansıtmaları. Çoğu kişi de bu yüzden animeyle duygusal bir bağ kurarak çok sevdi sanırım. Yoksa kurgu olarak gerçekten tam bir hayal kırıklığıydı.

Bir de animede rock müzik yapan Nana karakteri neredeyse 2 yıldır kenarda bekleyen ama bir türlü izleyemediğim Nana animesindendi sanırım. 2 bölümünü izlediğim için hemen tanıdım :)

 Kendi halinde, çok iddiası olmayan bir romantizm animesi izlemek isterseniz tavsiye ederim.





Tür : Okul, Komedi, Romantizm, Doğaüstü Güçler 
Yıl : 2014
Bölüm Sayısı : 12
Puanım : 7/10
Konu : Şurada bahsettiğim Chuunibyou demo Koi ga Shitai serisinin 2. sezonudur. Bu sezonda Rikka ile aynı sendroma sahip, Yuuta'nın ortaokul arkadaşı Satone Shichimiya ile tanışıyoruz.


İlk tanıtım postunda bayıldığımı, hayran kaldığımı söylediğim Chuunibyou demo Koi ga Shitai serisinin 2. sezonunun tamamlanmasını dört gözle bekliyordum. Son bölüm yayınlanır yayınlanmaz da 2 günde 12 bölümlük sezonu bitirdim. Yine ve yine o kadar güzel bir sezon izledim ki çabucak bitirdiğime çok pişman oldum.

Bütün karakterler deliliklerine tam gaz devam ederken diziye eklenen Satone Shichimiya karakteri çok da gerekli olmasa da animeye farklı bir soluk getirmiş. Rikka ile aynı halde 8. sınıf sendromundan muzdarip Shichimiya karakteri ile Rikkanın savaşları, zaten Rikka ile zor uğraşan Yuutanın bıkkınlığı izlenmeye değerdi :)
İkisinin hayal dünyası yine başarılı işlenmiş esprilerle çok güldürdü.


Rikka'nın seyahat çantaları :D (Kedi önemli tabi)

Bu sezonda savaş sahnelerinde bolca animasyon  kullanarak Rikka'nın dünyasına tam anlamıyla girmemizi sağlamışlar. Bir yerden sonra onların sadece hayal olduğunu unutup fantastik bir seri izler gibi izlemeye başladım. Hiç sırıtmadı. 

Ve biz serinin hayranlarının en çok beklediği olay tabi ki artık nihayet sevgili olan Rikka ile Yuuta'nın yakınlaşmasıydı. Maalesef beklediğimizi göremesek de şirinlikleriyle gene ekran sevdirdiler.




Vee favori karakterim Dekomori!
2. sezonu en çok da onu izlemek için bekledim desem yalan olmaz.
Ayrıca onun için açık ara komedi-romantizm animelerinde gördüğüm en sevimli+komik karakter diyebilirim. Her hareketi, duruşu, bakışı nefis! Seslendirme sanatçısının da bu başarıda payı elbette ki çok büyük.
Animedeki en çok güleceğiniz karakter olacağına eminim.


Konusunu okuyanın büyük ihtimalle "bu çocuk animesidir, aptalcadır" diyeceği Chuunibyou demo Koi ga Shitai serisi böyle bir konuyu bu kadar komik ve eğlenceli işleyerek bizi yanılttığı için 2. sezonu ile de hayranlığımı büyütmeye devam ediyor. 
3. sezon olur mu bilmiyorum ama ben şimdiden merakla bekliyorum.








Tür : Romantizm, Yuri, Slice of Life
Yıl : 2009
Bölüm Sayısı : 11
Puanım : 5/10
Konu : Fujigaya Kızlar Akademisinde liseye başlayacak olan Akira Okudaira, 10 yıldır görmediği çocukluk arkadaşı Fumi Manjome'yle tekrar bir araya gelir. Matsuoka Kızlar Lisesi'ne giden Fumi,orada Yasuko Sugimoto adındaki güzel ve oldukça popüler üçüncü sınıf öğrencisiyle arkadaş olur. Akira'nın birlikte tiyatro kulübüne katıldığı arkadaşı Ikumi Kyoko, kendisini reddetmesine rağmen Yasuko'ya aşıktır. Yasuko ve Fumi bir süre sonra çıkmaya başlarlar. Ve Fumi, Akira'ya bu ilişkisini açıklar. Akira başta ne yapacağını bilemese de arkadaşına destek olacaktır. 
(Turk Anime)



Aoi Hana için söyleyebileceğim tek şey bu güne kadar izlemediğim şekilde kendi halinde bir anime oluşudur. Baş karakterimiz Fumi'nin karakteriyle çok uyumlu şekilde durgun, dingin ve naif şekilde, nasıl sona gelindiğini anlamadan ilerleyip bitiyor anime.

Yuri türünde (kadınlar arasındaki romantik ilişki) izlediğim 2. anime olan Aoi Hana belirli bir hikayeden daha çok Fumi'nin iç dünyasıyla savaşını ve aşkı keşfedişini anlatıyor aslında.
Bu yüzden çok ama çok sevimli bir anime olduğunu söyleyebilirim.
Kurgusu, senaryosu, karakterleri çok da sağlam değil. İddiasız, sadece utangaç bir kızın geçmişe dayalı bir aşkı tekrar hatırlayışını anlatan pembe bir öykü.
Bu yüzden de çok duygusal olmayan anime izleyicisini sıkar diye düşünüyorum.
Türün ya da bu tarzın meraklısıysanız izlenebilir. 






Tür : Shounen Ai 
Yıl : 2014
Bölüm Sayısı : 10
Puanım : 7/10
Konu : Babası şarkıcı, annesi film yıldızı ve süper popüler grup "The Crusherz"da vokalistlik yapan abisi Shougo'nun olduğu ailede, Sena Izumi süper ünlü ve yetenekli ailenin basit bir otaku öğrenci olan üyesidir. 
Izumi, "Magical Girl LalaLulu" serisini çok sever ve bu yüzden mangaka olmaya kararlıdır. Ancak bir gün reddedemediği bir reklamda oynamak zorunda kalır. Çekimlerde, on yıl önce bir reklamda birlikte oynadığı, süper popüler genç aktör Ichijou Ryouma ile tekrar karşılaşır. (Turk Anime)


Öncelikle söylemek istiyorum ki 1 yıl sonra nihayet renkli, eğlenceli ve romantik bir Shounen Ai (erkekler arasındaki romantik ilişki)  izlediğim için çokça mutluyum.  Bir Sekaiichi Hatsukoi olmasa da çok başarılıydı. Tanıştıran Kiriya Shuu 'ya çok teşekkürler.

Love Stage, bütün ailesi başarılı ünlüler olmasına ve ondan da bir an önce şov dünyasına girmesini istemelerine rağmen utangaç bir otaku olmayı seçen ve tek hayali bir gün başarılı bir mangaka olmak olan İzuminin ilk okuyuşta bile ilgi çeken hikayesini anlatıyor.

6 yaşındayken annesinin oyunculuk yaptığı bir sette kız kılığına sokularak istemeden oynatılması sonucu kısa ve onun için korkutucu bir sahne deneyimi yaşayan İzumi, 10 yıl sonra aynı firmanın o günün ufak oyuncularıyla yeni bir reklam filmi çekmek istemesiyle ailesinin baskısına maruz kalıyor.

Ve geçmişte reklamda birlikte oynadığı, onun korkusunu atlatmasına yardımcı olan minik erkek ise tahmin edebileceğimiz gibi esas oğlan Ichijou Ryouma oluyor.


10 yıldır İzumiyi unutamayan, onunla tanışmayı dört gözle bekleyen ve ne yazık ki İzumi'nin erkek olduğundan haberi bile  olmayan Ryouma reklam teklifi karşısında çok heyecanlanıyor.
İzumi hiç (ama hiç) çizim yeteneği olmamasından dolayı mangaka olmaya çok uzak olsa da hala hayallerinden vazgeçmeyi istemezken, ailesinin baskısı ve abisi Shougo'nun türlü oyunlarıyla kendini reklam çekiminde buluyor.
Bundan sonra Ryouma'nın yaşadığı şok, İzumi'nin hayallerinin ne yönde şekil alacağı ve aralarında olacaklar bizi her güzel anime gibi kısacık gelen çok keyifli bir hikaye ile anlatılıyor.


Ben en çok abisi Shougo karakterini sevdim. Kardeşine hastalık boyutundaki düşkünlüğü ile Ryouma'yı düşman ilan etmesi, delilikleri ve en önemlisi harika sesiyle keşke daha çok görünseydi dedim hep. Zaten Shougo dışında diğer karakterler de ayrı ayrı izlenesi.
Shounen Ai sevenler kesinlikle kaçırmasın, ön yargılı olmayanlar ise güzel bir komedi izlemek için mutlaka şans versin derim.









Tür : Komedi, Shounen, Doğaüstü Güçler
Yıl : 2012
Bölüm Sayısı : 12
Puanım : 5/10
Konu : Shirakin Riricho, zengin ve soylu bir ailedeye mensup olduğu için küçüklükten beri arkadaş bulamamış, bu nedenle de yalnız olmaya kendini ikna ederek bu şekilde yaşamaya karar vermiş bir kızdır.

Yalnız yaşamak için taşındığı "Ayakashi Konağı" ise herkesin kalamadığı, burada kalan her kişi için de "Secret Service" adlı organizasyon tarafından değişik güçlere sahip olan bir koruma atandığı yerdir.

Soushi adlı korumasıyla tanışan Riricho, başlangıçta korumaya ihtiyacı olmadığını söylese de Soushi'nin aşırı sadakatinden etkilenir. Riricho, daha sonra Soushi'yi eski bir zamanda kurtardığını, Soushi'nin sadakatinin buradan geldiğini öğrenecektir. (Turk Anime)





Öncelikle türk animede bu animenin hakkı en fazla 400 beğeni iken 1300 beğeniye ulaştıranlara tek tek sevgilerimi yolluyorum. Sayelerinde yarıda bırakmayı çok sıkmadıkça sevmediğimden boşu boşuna koca bir seri izledim.
Elbette bazen güldüm, eğlendim fakat benim için kesinlikle sıkıcı bir anime idi. 

Yarı ayakashileri anlatan yapımları her zaman beğenen biri olarak bence bu animedeki en büyük eksiklik duygu idi. Elimizde aşkı için köle olmayı dahi göze olan sevimli, karizmatik bir karakter varken her detayıyla çok sönük bırakmışlardı. Çok soğuktu her şey.
Komedisi zaten yok gibi. Hani ikisinden biri olsa yine sevilirdi. 
Son bir kaç bölümde ortaya çıkan ana karakterlerin geçmişe dayanan duygusal bağları keyif verdi sadece. 
Inu x Boku ss her ne kadar sevmesem de 2 karakteri ile aklımda her zaman yer edecek :)

İlki kendini sadist diye tanımlayan ve etrafındaki halısından gökyüzüne, arkadaşlarına kadar herkesin sadist ya da mazoşist olduğunu, asla iki gruba da girmeyen bir canlının ya da nesnenin olmayacağını savunan bir deli, Kagerou!


Diğeri ise duygularına hakim olamadığında bir rakuna dönüşen, tsundere Watanuki :)


Şu baştaki iki salak karakteri çıkarıp sadece yan karakterleri sağlam bir komedi sosuyla izletseler bence çok daha harika olurdu. Sadece bu ikisi de olur :3





Tür : Dram, Romantizm, Doğaüstü Güçler, Josei 
Yıl : 2012
Bölüm Sayısı : 11
Puanım : 7/10
Konu : Hazuki Ryousuke evinin yakınlarında bir çiçek dükkanı işleten Shimao Rokka adındaki kıza aşıktır. Hergün çiçekçinin önünden geçerek çiçek alırken Rokka'nın part-time çalışacak birini araması üzerine fırsatı değerlendirerek işe girer. 

Hadzuki uygun zamanı bulup Rokka'ya açılmayı düşünürken bir iş için Rokka'nın evine gittiğinde evde bir erkek görünce hayalleri yıkılır. Fakat kısa sürede bu erkeğin Rokka'nın ölen kocası Shimao Atsushi'nin ruhu olduğunu ve bunu sadece kendisinin görebildiğini öğrenir.

Atsushi Rokka'nın mutlu olmasını istemekte ve onu korumaya çalışmaktadır. Hazuki ise Atsushi'ye rağmen Rokka'nın gönlünü kazanmakta ısrarlıdır. (Turk Anime)






Postun en güzel animesini sona sakladım (^_^)

Duygusal animelere hasret kaldığım döneme denk gelmesi sebebiyle zamanlamasının mükemmel olduğunu düşündüğüm Natsuyuki Rendezvous, tam anlamıyla beni mutlu eden bir anime oldu.
Ara ara durağanlığı ve konudan uzaklaşmasıyla canımı sıkmıştı fakat finalden sonra hepsinin gerekli olduğunu anladım.

En başta o romantzim animelerinde en sevdiğim özellik olan zarif anlatım tarzı vardı.
Seiyuular, mimikler, müzikler ve karakterler masalsı bir anlatımın içine çekiyordu ilk andan itibaren.
Çokça övüp adına ayrı post yaptığım Sakamichi No Apollon tadını aldım sürekli. Hatta çizimleri o kadar benziyordu ki hemen mangakalarını araştırdım fakat aynı değilmiş.


Hazuki


Atsushi


Rokka

Anime dünyasının pembeliğini aşmadan gerçek hayata yakın olabilen animelere kesinlikle özel bir zaafım var. Josei türünü bu yüzden daha çok görmek istiyorum fakat maalesef çok çevirilmiyor.

Hazuki aşık olduğu Rokka'dan daha genç olduğu için aşk anlayışı ve duygusal bakış açısı ondan biraz farklıdır. Önceleri Rokka'nın ölen kocasına olan aşkını ve ruhunun onu sürekli rahatsız etmesini anlayamaz ve sinirlenir. Daha sonra yaşadıklarını ve Rokka'nın hala acı çektiğini anlar. Ona yardım etmek istemekle birlikte aslında Rokka'yı kendine saklamak ve onunla uzun süredir hayalini kurduğu duyguları yaşamak istemektedir. 

Natsuyuki Rendezvous'un komedi yönü ise hiç öyle bağırmasa da bu kadar duygusal bir animeden beklenmeyecek şekilde epey eğlendiriyor.
Öldüğünün ve artık Rokka'ya sahip olmayacağını bir türlü kabullenemeyen Atsushi'nin yakınlaştıkları anlarda Rokka ile Hazuki'nin arasına girmesi ve onu sadece Hazuki gördüğü için onu soğutup bu işten vazgeçirmeye çalışması farklı ve komikti.








Rokka'nın az rastlanacak şekilde kısa saçlı bir kadın ana karakter olması ise animenin sevimliliğine sevimlilik kattı gözümde.
Finalde ise 3 karakterinde duygularını ve durumlarını anlayarak kabullenmeleri bana göre başarılı bir final oluşturdu. Bu kadar güzel bir animeye yarım yamalak sorularla dolu bir son görmeyi asla istemezdim.



Sıkılabilirsiniz, durağan gelebilir, sevmeyebilirsiniz. O yüzden bu övgülerin epey duygusal birinden çıktığını unutmayın derim. Bu anime de yine çok duygusal izleyiciye hitap ediyor diye düşünüyorum. 



-YARIM BIRAKTIKLARIM-  



Isshuukan Friends : Bu animenin izlerken uyuya kaldığım animeler arasında birinciliğe oynayacağını düşünüyorum. Onca zaman çıktı çıkacak, tamamlanacak diye beklemiştim halbuki.
Bir kere bu kadar boş bir durağanlık olamaz. Hafızasını her hafta sonu kaybedip yeni haftaya ailesi dışında kimseyi tanımadan başlayan esas kıza aşık olan esas oğlanın kendini sevdiği kıza her pazartesi tekrar hatırlatmak zorunda oluşunu anlatıyor anime.
En sinir olduğum yeri ise karakterlerin yanaklarının sürekli kızarmış oluşu. Utandılar mı normal halleri mi ayırt edilmiyor, gıcık oldum!
O yanaklar utandığında kızaracak ki bir sevimliliği olsun değil mi?



Diabolik Lovers : Bu son vampirli anime izleyişimdir, sözüm söz. Bıkmadım hayal kırıklığına uğramaya, hala şans veriyorum.
Ve yine turk animedeki 800 beğenisini hiç ama hiç hak etmeyen bir anime bana göre.
O 800 beğeni resmen türkiyedeki ergen izleyicinin korkunç bir yansımasıdır (-_-)

Bir hatun eğitim görmek üzere ailesi tarafından bir eve gönderiliyor, evde 6 tane vampir yakışıklısı buna sulanıyorlar filan arka planda bir sürü gizemli hikaye. Kızı sıkıştırıp sıkıştırıp ısırmaları bir yana kızın da ne oluyoruz deyip kaçmaması, bağırmaması fenalık getirdi. Bari mantıklı işleyin şu işi.


Aa bitmiş.

Aşağıdaki videoyu geçenlerde izledim, inanılmaz beğendim. Animeleri neden seviyorsun, nelerini seviyorsun deseler göstereceklerimden biridir sanırım.
Bir çok animeyi tanımak ise ayrıca mutlu etti :)

Başta da dediğim gibi bir sonraki dev postta bir sürü sevimlilikler olacak.
Bekleyiniz efendim, iyi geceler!

Pixel Pixel Sevimlilik : Hama Boncukları

$
0
0
Merhabalaaar izleyici.
Fotoğrafları toparlayıp da bir türlü yazamadığım hama boncukları yazısı ile nihayet karşınızdayım.

Hama boncukları ve pixel takılar aslında uzun süredir ilgimi çeken bir malzeme ve tür idi.
Nasıl dizildiğini, desen çıkarıldığını biliyordum fakat nasıl birbirleriyle kaynaştıklarını ve son halini aldıklarını araştırmaya fırsatım olmamıştı.
Geçen günlerde sevdiğim blogger Senem'in instagramda paylaştığı boncuk fotoğraflarından hevesle ilk kez araştırdım ve tam anlamıyla yepyeni bir hastalığa yakalanmış oldum!

O andan itibaren tam 3 günümün gece ve gündüzü öncelikle boncukları temin etmek, desen araştırmak (ama her yeri pixel pixel görecek kadar araştırmak) ve denemeler yapmak ile geçti.

Hobilerimin çokluğu beni yorsa da bu o kadar benlik bir hobiydi ki kendimi kaptırmamak elimde değildi. 90'ların 8 bit oyunlarından kalma bir nostaljiyle eşimi bile işin içine çekmişken rengarenk dünyası ile bütün zorluğuna rağmen beni bu kadar mutlu eden bir hobinin hayatımda daha çok yer alması gerektiğini düşündüm.
Bu yüzden bu 3 günlük sürecin sonunda bu işe daha köklü şekilde girişmeye ve satışına başlamaya karar verdim.

Keçe takılarımın satışını durdurma kararımın en başında keçenin çabuk yıpranması, ilk günkü haliyle kalmaması vardı. En çok da bu yönden hama boncukları hiç bozulmayan yapıları ile kendilerini çok sevdirdiler. Bayramdan sonra Ponti Pixel'de ilk ürünlerimle satışa başlayacağım.
Oradan da takibe alıp destek olmak isterseniz gerçekten mutlu olurum.

Şimdilik büyük bir iştahla ilk yaptıklarımın ve bu işe başlamak, yeni ve güzel bir hobi edinmek isteyenlere bir rehber niteliğinde olmasını istediğim bu sürecin hikayesini anlatmak istiyorum :)





Hama boncuklar internette ve yabancı ülkelerde perler bead, pyssla bead, melted bead diye de anılıyor.
Şablonları ararken bu anahtar kelimeleri kullanarak epey farklı sonuçlar elde ettim.

Üç boyu var boncukların. Mini, midi ve maxi.
Maxi'ler genelde 3-4 yaş çocukların el becerilerini geliştirmek için kullanılıyor çünkü epey büyükler. Minilere postun sonunda döneceğim. Benim ilk tanıştığım Ikea'da kutu halinde satılan midi boyları idi.
O gece Ikea'da satıldığını öğrenir öğrenmez kendimi Ikea'ya atmak için güneşin doğuşunu bekledim desem yeridir, o kadar heyecanlıydım ki :)



İçinde kaç tane olduğu yazmıyor fakat tahminen en az bir 6000 tane olduğunu söyleyebilirim. 
Ve maalesef sadece 10 renk mevcut.Normalde hama boncuklarının 72 renk seçeneği var.
Yine de desen çeşitliliği açısından ve başlangıç seviyesi için gayet uygun. Bu renklerle bile çok yaratıcı çalışmalar çıkarılabilir.
Hama boncukların piyasasını araştırdığımda Ikea'dakinin fiyatının epey uygun olması renk seçeneğinin olmayışına daha çok üzülmeme sebep oldu. Bu harca harca bitmeyen kutunu fiyatı 19,90 yani 20 lira. 

Hemen üst rafında ise boncukları dizip deseninizi oluşturabileceğiniz 4 farklı şekil boncuk dizme tablasını bulabilirsiniz. (Kalp, yuvarlak, küçük kare, büyük kare) Onların fiyatı ise 5 tl.
İnternette bir de altıgen tabla var farklı şekil olarak. 
Onun dışında daha büyük desenler için birbirine takılabilen büyük karelere ihtiyaç duyabilirsiniz sadece.




Deseninizi oluşturduktan sonra ütünüzü (kesinlikle buharsız) orta sıcaklığa getirip (midi boy için) deseninizin üstüne fırınlarda kullandığımız yağlı kağıttan koyup ütülüyoruz. Tablaların içinden yağlı kağıt çıkıyor fakat çok ince olduğu için bir kaç ütülemeden sonra yırtılmaya başlıyor.
Boncukları ütülerken bastırmamanız ve üstünde tutmayıp dairesel hareketlerle ütülemeniz çok önemli. Zaten bir kaç deneme sonrası öğreniyorsunuz gerekli ayarı. Boncuklar ne az ne çok yeterince eridikten sonra hemen ütülemeyi bırakıp yağlı kağıdı kaldırmadan üzerine ağırlık koyarak soğumaya bırakıyoruz. Bir kaç dakika sonra desen soğumuş ve kalıptan çıkarılmaya hazır hale geliyor.


ÖzellikleDeviantart ve Pinterestte yapacağınız aramalarla ulaşabileceğiniz binlerce hama boncuk şablonu mevcut. Tabi ki etamin veya işleme desen tablolarını da hama boncuklarla uygulayabilirsiniz. Gelelim benim şunu mu yapsam buna mı bulaşsam derken yaptığım ilk sevimliliklere :) 



Bardak altlıkları



Bu ürünler arasında sadece 2 tanesi benim tasarımım. Biri bu lolipoplu, diğeri ise pembe geyikli bardak altlığı. 3 tanesinde ise sadece modifiye var :3 
Sailor moon kedisi düz kediydi aslında, (bkz: düz kedi) ben alnına ayı konduruverdim (^_^) 
Diğer modifiyeleri sırası gelince söyleyeceğim.
 Kalanların hepsi internetteki şablonlardan. 




Küpeler ve yüzükler 






Kolyeler ♥
2. ve 3. müdaheleler tilki ve şu an bulut gibi görünen fakat japon yemekleri şablonlarından arakladığım aslında onigiri olarak tasarlanmış buluta oldu.
Tilki aslında kedi şablonuydu fakat ben çok beğendiğim ve yüzündeki kalpten dolayı tilkiye benzettiğim için kullandım. Ekleme- çıkarma yaparak bu hale getirmek ve tam anlamıyla bir tilkiye benzetebilmek için epey uğraştım. 
Onigiriyi bozduğuma çok memnun oldum çünkü aşırı sevimliliğe maruz kaldığı için gökkuşağı kusan bulut figürü elde ettim^^
Walter White ise mini boncuklardan yapıldı, ona birazdan geleceğim.





Duvar, buzdolabı ve yılbaşı için ağaç süsleri


İtiraf ediyorum cute yazısı aslında kolyeydi fakat ne kadar über, şahane zeki bir insan olmama rağmen (:P) düşünemeyip düz yazıp ütüleyince pixelli tarafı tersi oldu haliyle :D
Ben de iki tarafını da ütüleyip süs yaptım.
Buzdolabına çift taraflı bantla yapıştırdım, pek de güzel oldu ♥


Ve hepsi. Şu karmaşaya baktıkça içimden kalpler fışkırdı. Sırf renkler bile mutluluk sebebi :)
Ve bütün bu çalışmalardan sonra kutudaki boncuk seviyesi. Tıka basa dolu olduğunu düşünürsek yine de ne kadar az boncuk gittiğini görebilirsiniz. Yani epey bereketli. Tabi dengesiz renk azalımından bahsetmiyorum (ıslık çalar)


Gelelim hikayenin devamına.
Ben bu güzellikleri yaparken satışını yapmaya çoktan karar vermiştim fakat bazı çok beğendiğim şablonların (walter white kolye gibi) midi boyda dev hale geldiğini ve asla kolye ya da küpe olarak kullanılamayacağını farkettim. 
Kullanılsa dahi yukarıdaki pacman canavarları gibi günlük değil de daha çok eğlence ya da tatil günlerinde takma amaçlı olacağını gördüm. 

Ben daha çok iş yerinde dahi detayda kalarak kullanılacak boylarda takılar üretmek istiyordum. Araştırmam üzerine mini boyla tanışmam da bu sayede oldu. Ve işin sanat kısmının tam da bu noktada başladığını gördüğüm ve hayran kaldığım inanılmaz yaratıcı örneklerle anladım. 

Şu  veşu gibi oyun figür örneklerini gören, en az benim animelere bağlı olduğum kadar bilgisayar oyunlarına bağlı olan eşimin de bu deliliğe benle birlikte dahil olup "ben de oyun figürü yaparım" demesi de aynı zamana denk gelir :)

Ben ise şu, şu ve şunun gibi anime figürlerini görür görmez midileri bir daha elime almak dahi istemedim :D


Bu karardan sonra aradığımızın mini boy olduğuna karar verip alım işlemleri için internette derin bir araştırmaya giriştik. Yurt dışı alışveriş sitelerini saymazsak samanlıkta iğne aramak kadar yorucu bir süreçti. Genelde eğitici çocuk oyunları kategorisinde bulunan hama boncuklarını toplu halde satan bir çok yer vardı ama hem pahalıydı, hem de biz toplu halde değil ayrı ayrı almak istiyorduk.

Ve nihayet Tedarik Bilimi isimli sitede Hakan bey'e ulaştık ve tam 48 renge yaptığı tatminkar indirimler sayesinde çok uygun fiyata sahip olduk :)

Kargo bize ulaştığında paketlerle oynadım bir süre :D


Hevesle renklerine göre sıraladık.


Mini ve midi arasındaki boyut farkının bu kadar fazla olacağını hiç tahmin etmeden sipariş vermiştik. Elimize geçen minicik paketlere bir süre korkuyla bakmadık değil. Bildiğiniz şu tülbentlerin kenarlarına oya yapılan boncuklar kadardı (O_O)

Korkuyla başladım aklıma koyduğum ilk figüre fakat hiç de korktuğum gibi olmadı. Hem çok keyifliydi, hem de desen ortaya çıktıkça daha da eğlenceli hale geldi. Ve böylece ilk mini figürlü kolyemi tamamlamış oldum.
Meşhur Breaking bad dizisinden tanıdığımız efsanevi Heisenberg!


Eşim ise ilk olarak Dr. Doom karakterini seçti. Ben onun kadar sabırlı değildim sanırım, hemen bitecek bir şey seçtim sonucu görmek için. Şimdilik yarım ama bu kadarı bile sonuç için oldukça heyecanlandırıyor beni.


Ütüleme kısmı ise midilere göre çok daha zahmetliydi minilerde. Isıyı çok alçakta tutmak ve sürekli kontrol etmek gerekiyordu. Keşke biraz uzun olsalardı da midilerde olduğu gibi arkası görünmeyecek şekilde kapanabilseydi.

Evet maceram ve anlatacaklarım sanırım bu kadar. Umarım bir detay atlamamışımdır.
İlk ürünleri Ponti Pixel 'e koymayı hevesle bekliyorum. Biliyorum ki ticari anlamda aklımdakiler gerçekleşmese de hama boncukları en sevdiğim hobilerimden biri olarak kalacak.
Ve farklı takılara olan tutkumu besleyecek en kuvvetli araç olacak :)

Aşağıdaki video da anlatıcısının sesi dahil olmak üzere çok sevdiğim, size hama boncukları ve onlarla ne kadar yaratıcı işler yapılabileceği hakkında fikir verecek bir video.
Hama boncukların dünyasını merak ettiyseniz mutlaka izleyin derim.

İyi geceler izleyici. Renkle kalın!


Yeni Samsung Galaxy K Zoom, kamerayı odak noktasına koyuyor

$
0
0
Günlük hayatınızda, seyahatlerinizde ve en önemli anlarınızda size eşlik edebilecek, hem profesyonel bir kamera, hem de telefon özelliklerini bir arada bulunduran Samsung Galaxy K Zoom ile tanışmaya ne dersiniz?
Samsung Electronics, kamerasıyla öne çıkan yeni akıllı telefonu Galaxy K Zoom, gelişmiş dijital kamera teknolojisi ile Samsung’un Galaxy deneyimini bir araya getiriyor. Profesyonel kalitede görsel içerik üretme yeteneğine sahip, eğlenceli ve kullanımı kolay Galaxy K Zoom; kolay çekim, gerçek ışık özellikleri gerçek optik zum ve şık tasarımıyla kullanıcılara ihtiyaç duydukları mobil çözümleri sunuyor.






Kamerayı odak noktasına alan Galaxy K Zoom’un, profesyonel bir kameranın kontrol özellikleri ve fonksiyonlarını sunan gelişmiş teknik kamera sistemi bulunuyor. Galaxy K Zoom’un göz alıcı incelik ve şıklıktaki gövdesinde bulunan, kasa içinde gizlenebilen lens teknolojisi 10xoptik zum yapabiliyor. Ayrıca 20,7 megapiksellik BSİ CMOS sensör, ultra net ve ayrıntılı görüntüler oluşturuyor.
Düşük ışık şartlarında mükemmel sonuçlar sağlayan cihaz, hareketin neden olduğu bulanık görüntüyü önleyen Optik Görüntü Sabitleyici (OIS) özelliğine de sahip. Bu özelliklerle, cihazla optik zoom yapıldığında ve düşük ışık ortamlarında bile canlı ve net fotoğraf ve videolar (Full HD) çekebiliyor. Ayrıca cihazın Xenon flaşı, LED’lerden daha parlak bir ışık vererek görüntü kalitesini artırıyor ve doğal bir parlaklık veriyor. Bu sayede yetersiz ışık olan yerlerde bile Galaxy K zoom ile çok daha net ve kaliteli fotoğraflar çekebileceksiniz.
Bu kadar gelişmiş kamera özelliğinin yanında bir çok fonksiyonu da entegre eden Galaxy K zoom’un en dikkat çekici özelliklerini sizler için derledim;
  • Hassas ışık ve netlik dengesi sağlayan  AF/AE (Otomatik Odak/Otomatik Pozlama) Ayrımı
  • Optimize edilmiş 5 farklı filtre ayarı sunan yeni nesil Pro Suggest moduyla; farklı bir filtre uygulaması kullanmanıza gerek kalmıyor!
  • Kullanıcılara selfie çekimlerini kolaylıkla zaman ayarlı olarak yapabilme imkanı veren Selfie Alarm sayesinde çok daha güzel selfieler çekebilirsiniz.
  • Hareketli bir nesneyi odaklanarak ve net bir şekilde çekmek için geliştirilen nesne izleme özelliği ise, sizin için özel olan her “an”ı yakalayabilirsiniz!
  • Galaxy K zoom, bir Galaxy akıllı telefondan isteyebileceğiniz bütün özelliklere sahip. Bu özelliklerden UltraEnerji Tasarrufu Modu pil tüketimini asgari düzeye indirerek yoğun bir gün içerisinde yaşayabileceğiniz şarj problemini de çözüyor.
  • S Health Lite kişisel fitness koçluğu yapıyor ve formunuzu korumanızda size yardımcı oluyor.
  • Studio uygulaması ise fotoğraf ve videoların kolaylıkla düzenlenmesini sağlıyor.

Bu teknik özelliklerin yanı sıra Galaxy K zoom’un tasarımı da oldukça güzel. Kompakt tasarımı sayesinde, üst düzey taşınabilirlik sunan Galaxy K zoom’un ergonomik kavrama özelliğinin yanı sıra şık ve özgün hatları, yumuşak ve rahat bir kullanım hissi veriyor.

Galaxy K zoom hakkında detaylı bilgi almak için http://www.samsung.com/tr/consumer/mobile-phone/galaxy-camera/galaxy-camera/SM-C1110ZKATURadresini ziyaret edebilirsiniz.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

Hokkabaz Tadında Hafif Seyirlik : Pek Yakında (2014)

$
0
0
Merhaba izleyici.
Bayramın 2. günü sahte sahte bayram kutlamaktansa farklı etkinlikler yapmanın mutluluğunu yaşadım bu yıl. Başka şehirden gelerek bizi mutlu eden arkadaşımız ile ne yapalım derken ben pek onay vermesem de Cem Yılmaz'ın son filmi Pek Yakında'da bulduk kendimizi.

Cem Yılmaz'ı ne denli sevdiğimi bir çok yazımda dile getirmiştim. İtirazımın tek sebebi türk filminin sinemada izlenmesi fikrine bir türlü alışamamamdı. Bu da adam gibi bir yapım çıkaramadığımızdandı tabi ki. En son yine Cem Yılmaz'ın filmi Arog'a gitmiştim sanırım türk filmi olarak. Düşünün ne kadar olmuş.

Bir diğer sebep ise Cem Yılmaz'ın stand-up kimliği ile yönetmen/oyuncu kimliğinin iki ayrı dünya oluşuydu. Bu güne kadar Her Şey Çok Güzel Olacak dışında hayran kaldığım, bayıldığım bir Cem Yılmaz filmi olmadı. Hokkabaz tatlı filmdi 2. bir film söylemem gerekirse.
Gora ve Arog'a da uzun süre güldük tabi o zamanların izleyiciliğiyle.

Neyse çok uzattım, en nihayetinde salondan gülerek ve zerre pişmanlık duymadan hatta memnun olarak çıktım. Ama her zamanki gibi neden şu şöyle olmadı, neden espriler bu kadar yüzeyseldi, neden (özellikle sona doğru) yine ben bu ucuz tadı alıyorum diye de düşünmeden edemedim.




Zafer (Cem Yılmaz) hayatını korsan dvd işi yaparak kazanan özünde iyi, sadece işleri yolunda gitmemiş bir oyuncudur. Eşi Arzu (Tülin Özer) onun bu kanunsuz işlerinden bıkarak boşanmak istemekte fakat Zafer ısrarla onun kalbini kazanmaya, onu bu işten vazgeçirmeye çalışmaktadır.

Korsan dvd işinin bırakmak bu yolda yaptığı ilk iş olsa da Arzuyu ikna etmesi için yeterli olmaz.
Bir gün eski sinemacı Ahben Sonel (Zafer Algöz) ile yolları kesişir ve onun 1970'lerden beri çekilmeyi bekleyen "Şahikalar: Kötülüğün Sonu" isimli senaryosunu hem eşiyle barışmak, hem de yeni bir hayata başlamak için çekmeye karar verir. Bunun için elinde ne varsa ortaya koyar. Eşine de başkaları aracılığıyla başrolü teklif eder fakat yapımcısının o olduğunu gizli tutar.

Bu noktadan sonra filmin çekilişinde yaşanan zorlukları doğal olarak komedi kanalından izliyoruz.


Film yukarıdaki sahne ile o kadar güzel başladı ki 2. defa hayran kalacağım bir Cem Yılmaz filmi izleyeceğime inandım ilk 10 dakika.
Ana karakterimiz zafer efsane türk filmi eşkıyanın son sahnesindeki çatıda duran 6. polisti.

Daha ilk sahneden Zafer'in başına gelen talihsizlikler ve naifliğinden dolayı baştan kötü başladığı kariyeriyle tam bir kaybeden tablosu çizdiler. Cem Yılmaz'ın oyunculuğu burada bir başkaydı, Zafer'in çaresizliği çok başarılı anlatıldı özellikle beden dili sayesinde.
Zafer'in neden kanunsuz yollar seçtiğini anlatmaları ve işin dram kısmını biraz daha hazmedebilmemiz adına keşke bu gibi sahneler daha çok olsaydı dedim. Filmin en iyi sahneleriydi bana göre.



Dediğim gibi ilk 10 dakikadan sonra işler biraz daha Her Şey Çok Güzel Olacak gerçekliğinden kayıp Hokkabaz sevimliliğine ulaştı. İlk yarıya kadar çok başarılı şekilde akıp gitti film. Çok güldük, çok eğlendik. En başta temposu o kadar sürükleyiciydi ki ilk yarının tamamlandığına inanamadım ışıklar yanınca.
İkinci yarıda ise biraz daha yüzeysel espriler, umursamamız gerektiğini düşündüğüm mantık hatalarıyla durgunlaştı ve sıradanlaştı film.
Sona doğru ise artık filmden ne beklemem gerektiğini de anlayarak keyifli şekilde bitirdim.

Son sahnelerdeki şahikalar filminin son sahne çekimleri keşke olmasaydı. Çok gözüme battı nedense. Gülemedim de, anlamlandıramadım da. Hem filmin süresi zaten 134 dakika iken o sahneler hali hazırda sıkılanlara ekstra bir kambur oldu.



Ben en çok Zafer karakterinin duygusallığından ve çabasından keyif aldım. Zafer Algöz'de Ahben karakteriyle çok başarılıydı fakat favori karakterim Zafer oldu.
Filmin bir diğer inanılmaz keyif veren kısmı ise herkesin dile getirdiği üzere Yeşilçam esintileriydi. Efsane türk filmlerinde kullanılan eşyalardan oluşmuş bir dükkan dolusu eşyası bulunan koleksiyoner Ejder ( Özkan Uğur) karakteri sayesinde gulyabani maskesinden Davaro filminde kullanılan miksere, hababam sınıfındaki Hafize Ana'nın çaldığı zilden body Ekrem'in eşofmanına kadar görmüş , yad etmiş olduk. O sahneler çok, çok güzeldi.

Stand-up gösterisinden sonra dilimizden düşmeyen "uyudun mu" esprisi ise filmin en romantik anında yer alarak çokça güldürdü.

Her zaman söylüyorum her yapımı, her eseri kendi şartları içinde değerlendirmek gerek.
Cem yılmaz filmleri her zaman durum komedilerini konu aldı. Bu onun tarzı oldu artık.
Pek yakında filmi de onun bu tarzına çok uygun, kendi halinde ve tekrar söylüyorum ki Hokkabaz filmi gibi dramla komediyi harmanlayan sevimli bir film olmuş.

Göklere çıkarılacak ya da yerin dibine sokulacak bir yanı da yok.


Eleştirilen mantık hatalarını da bu yüzden çok acımasız buluyorum. Evet kabak gibi ortada olan mantık hatalarını en acemi izleyici bile anlar fakat bunlara takılı kalarak asıl anlatılmak istenen öyküden kopup filmi bir matematik sorusu gibi çözmeye çalışmak çok anlamsız geliyor.

Bir bilim kurguda, macera filminde mantık ararım, bulamazsam eleştiririm. Fakat komedi türü için biraz daha esnek olunmalı diye düşünüyorum. Absürd komedi türünü sevdiğim için de böyle düşünüyor olabilirim elbet.


Ve finali artık duymaktan usandığımız bir konu ile yapmak istiyorum. Evet Recep İvedik kıyaslaması!
Şimdi bunu neden yapıyorsun derseniz sadece ama sadece filmi yerin dibine sokanlara cevap olması için derim. Bu ülkede o adını tekrar adını yazmak istemediğim mal yapım 7 milyon gişe yapıyorsa Pek Yakında'nın şu anki eksik haliyle hakkının en az iki katı olduğunu düşünüyorum ki Cem Yılmaz sevgimin bunda zerre kadar yeri yok.
Yazıdan anladığınız üzere filmin sadece 2-3 kere izlemelik bir eğlencelik olduğu görüşündeyim.
İşte bütün bu haline rağmen hala o filmden çokça üstün olduğu az çok sinema kültürü olan herkes tarafından açıkça görülebilir.

"Ben Recep İvedek'e daha çok gülmüştüm" diyen varsa rica ediyorum bir daha Cem Yılmaz adını ağzına almasın.

Şimdi hatırladığım ve beni sinirlendiren bir diğer detay ise salondakilerin en basit küfürde dahi kahkahayı patlatmasıydı. Bu bile zaten ne kadar "kaliteli" bir seyirci olduğumuza dair fikir veriyordu şu son yazdığım satırların üzerine.



Pek Yakında filmini Cem Yılmaz seviyorsanız mutlaka, sevmiyorsanız bir kere şans vererek izleyin derim.
Fragmanı bırakarak kaçıyorum.
İyi geceler!


Ponti Pixel'in İlk Ürünleri Yayında :)

$
0
0
Merhaba izleyici.
Pek mutluyum çünkü Ponti Pixel'e ilk ürünlerim olan tilki ailesini nihayet koydum.
Nihayet diyorum çünkü o kadar çok tilki şablonu denedim ki sonlara doğru birileri turuncu boncukları "bitti bitti turuncu kalmadı, yeter" diyerek kaçırır oldu benden :D

Laf aramızda ben de bir süre ne turuncu ne de tilki görmek istemiyorum (-_-)

Sırada Cadılar Bayramı serisi var. Çok heyecanlıyım.
Tilki ailesini merak ederseniz şuraya uğrayabilirsiniz : Ponti Pixel

İyi akşamlar, mutlu haftalar efendim.


Viewing all 221 articles
Browse latest View live