Quantcast
Channel: Ponti
Viewing all 221 articles
Browse latest View live

A'dan Z'ye #3

$
0
0
Anlayamıyorum vol 769546978 :Ardında hiçbir şey bırakmamak neden korkutur insanları? Neden hayata yeterince tutunabilmişler gibi ölümden sonrasına da tutunmak, kalıcı olmak isterler? Yani.

Bak işte yaklaşıyor fırtına,
Bak yine yükseliyor dalgalar,
Yıllardan sonra, yollardan sonra
Şarkılar söylüyor çocuklar
Yıllardan sonra, yollardan sonra
Yeniden yan yana onlar

Ne geçmiş tükendi ne yarınlar

Hayat yeniler bizleri
Geçse de yolumuz bozkırlardan,
Denizlere çıkar sokaklar...   /  Bunu dinlemek istiyorum

Camın buğusuna hoşçakal veya seni seviyorum yazmak zannedildiği kadar romantik değil bence. İlgili kişi uyanana kadar o cümlenin ağzı yüzü kayar olur sana korku filmi. En güzeli ruj.

Çünkü ben deliyim.

Dışarıdan baktığınız hiçbir dünya içinde olmak isteyeceğiniz ya da istemeyeceğiniz kadar iyi veya kötü değil.




Egonuz sürekli beslenmeyi bekleyen ve beslendikçe midesi daha da genişleyen bir hayvandır.
Siz onu beslemeye devam ettikçe de daha çok büyüyecek, daha çok doygunluk isteyecektir. Daha çok sağ duyu, daha çok empati, daha çok hoşgörü. Taki siz de olumlu tek bir duygu kalmayana, ruhunuz sevilmeye muhtaç, içi boş bir kabuğa dönüşene kadar.
Egonuzu, insanlığınızı unutmayacak kadar besleyiniz.

Finanse edemeyeceğin hayallerini de al git.

Geçen gün klasik hesap ödeme kavgası yapan orta yaşı geçmiş iki hanım arkadaş takıldı gözüme arkadaşımla kahve içerken. En sonunda biri telefonuyla ilgilenirken diğeri kalktı hızlıca kartını garsona verip hesabı ödemek istedi. Tam işlem yapılırken diğeri fark etti ve herkesi rahatsız edecek şekilde garsona bağırarak ayağa kalktı :

- Sen bilmiyor musun masada büyükler varken küçükler hesap ödemez. Ne diye alıyorsun hemen kartını. Çıkar şunu şuradan, çıkar. Çabuk!... v.s.

Zaten bağırış çağırıştan rahatsız olmuş, sohbetimizi bölüp oraya odaklanmışken garsonun ruh halini düşününce daha da sinirlerim bozuldu. Yahu kadın sen kendini ne zannediyorsun da orada asgari ücrete sen ve senin gibilerin kahrını akşama kadar çekmek mecburiyetinde olan bir insana terbiyesizlik ediyorsun? Hem de sırf arkadaşının yanında egonu okşamak için.
İnsanları gerçekten sevmiyorum...


Hayatımda hiç bir zaman geçtiği yerde parfüm kokusunu bırakan, upuzun güzel saçları rüzgarda dalgalanan, topuğunu sesi kendinden önce ilgi çeken, karşı cinste şehvet uyandıran kusursuz bir kadın olmak istemedim.
Kısacık saçlarıyla sokağın ortasında kimseye aldırmadan en salak hareketleri yapan bir kız çocuğu olarak kalmak istedim hep. Kaldım da.


Itazura Na Kiss gibi bir animenin bu kadar sevilmesine hala inanamıyorum.

İçimden geçenlerin hepsini, siyah-beyaz diye ayırmadan yazacağım bir blog hayali kuruyorum uzun süredir. Ne işe yarayacak bilmiyorum. Zaten işe yarayacağını bilsem bir dakika bile vakit kaybetmem. "Dear diary..." sadece ergenlikte geçerli bir terapi şekliydi sanırım.

Jile diye bir şey vardı eskiden. Öğrendiğim ilk moda tabiri oydu sanırım. Böyle kalın askılı normal elbiselere denirdi. Hatta ilk giydiğim gri elbiseye bile jile demişti terzi babaannem. Ama şimdi araştırdığımda yelek anlamına geldiğini gördüm. İlginç.

Kelebek fobim sadece yazlarımı zehir etmekle kalmıyor, bilinçaltımı da esir almış durumda kendimi bildim bileli. Yıllardır gördüğüm kabuslar bir yana, hangi korku filmine veya gizem hikayelerine baksam bir kelebek figürü, kelebek göndermesi. Yapmayın. Burası yeterince kalabalık.

Lunaparka gitmeyi çok özledim. Çocukluğuma renk süren tek mekan. Balerinin donuk, güzel yüzü ve arka planda illa Freed From Desire.

Mantıksız olan her şeyi ne kadar sevdiğimi zaman geçtikçe daha iyi anlıyorum.




Nokta. İlk ergenliğimde her cümlemin sonunda "bitti, nokta" demeyi pek severdim. Özellikle sinirliysem. Son sözü söylemişim gibi. Ah canım.

Otobüste anime izlerken bir kızın yaklaşıp "ya kusura bakmayın ama hangi anime bu, istemeden gözüm kaydı, çok ilgimi çekti" diyerek bir sohbet başlatıp bir ömür arkadaşım olması gibi bir fantezimin olduğu doğrudur.

Öpüşmek tüm tensel ve duygusal birlikteliklerin çok daha ötesinde bir eylem. Ne masum ne kirli. Hızla yıpratılan tüm duyguların aksine o arada bir köprü gibi her zaman sapasağlam.




Poşetlerin dibini deliyormuş marketler, teyzeler her geldiğinde 10'ar tane alıp çöp poşeti yapmasın diye :D
İşte böyle de güzel, böyle de samimi bir ülkede yaşıyoruz.

Radyo eksen bu aralar göz bebeğim. Akşama kadar kafamı sakin tutabilen tek şey. Eski dostumu tekrar hatırlattığı için Titania'ya da teşekkürler ♥

Sanırım hepimiz, sevmenin ve acı çekmenin birbirinden kolay kolay kopmadığını, alt akıntıları olan bir nehre girer gibi, bu duygulardan herhangi birinden suya girip derinlere doğru daldığımızda diğer duyguya rastladığımızı biliyoruz; hayat bize bir duyguyu diğerinden ayıklamanın pek mümkün olmadığını, duyguların orman perileri gibi yalnız başına gezmediklerini, her perinin bir de zebanisi olduğunu öğretti.    Kristal Denizaltı - Ahmet ALTAN

Şimdi size, sizi sinirden kudurtacak herhangi bir yazı yazabilirim. Sen kudurmazsan yanındaki kudurur, ona dokunmazsa diğerine dokunur. Ama hiçbirimiz düşünmeyiz yahu bizim dünyalarımız, zevklerimiz, pencerelerimiz ayrı, neyin kıyaslaması bu diye...
Ağzımızdan salyalar akıta akıta hakaretleri sıralarız, zerre kadar çekinmeden...

Tahminen 13-14 yaşlarındayken aşk konusu açılmıştı 3 ablam arasında. (4 kardeşiz) Ben tabi konuyla henüz alakası olmayan biri olarak dinlemekle yetiniyorum. Konu döndü dolaştı somut şeylere geldi. Para, güzellik, yakışıklılık gibi. Ben de " ya bunların ne önemi var ki, seviyorsan gerisinin önemi yoktur demiştim"ölüm sessizliğimi bozarak.
En büyük ablam kafamın arkasına vurarak " sen ne anlarsın len daha" dedi ve bir güzel kahkaha attı. Kaç dakika güldü eşek sıpaları.


Ukalayım, mütevazıyım,cahilim,kültürlüyüm, aptalım,zekiyim,çalışkanım,tembelim,aşığım,nefret edenim, siyahım,beyazım ama benim, ben! Peki ya sen kimsin?

Üvey zemheri gözler üvey
Yer gök dört duvar sağır ağır ağır...
Düşmedim daha

Ah, dar sokak vurgunları
Kaldırın düşenleri ağır ağır...
Düşmedim daha

Ayaz vur vuracaksan, hiç utanmadan
Ey talih sen de dön döneceksen... /  Bunu dinlemek istiyorum


Ve an geliyor olan oluyor... Kenarından köşesinden kırpmaktan yoruluyor, tamamen vazgeçiyorsun hayalinden. Kalbinde ömür boyu dolanacak hayaletini aslının yerine bırakarak.

Yıldız Tilbe. O ilk albümündeki şarkıları yazan kadından şu anki haline gelmen bile tek başına, dünyanın terkedilmiş ve lanetlenmiş bir yer olduğuna kanıt benim için. Hangi şarkıymış o?

Zamanında Af grubu vardı. Ne aşklara şahitlik etti şarkıları, benim bildiğim sadece biri.
Dönemin en marjinal grubuydu zira Grup Laçin vardı karşısında rakip olarak. Solistin uzun saçları dahi yetiyordu el değmemiş beynimizi büyülemeye.
Bizim müziğimize göre iyiydi, her iyi gibi silindi gitti.





Sevgiler Ponti'den.
İyi geceler!


Serinin diğer postları : #1 /  #2

İlham Veren Renk Paletleri #10

$
0
0
Herkese günaydın!

İlham veren renk paletlerinin 10. postu hafta ortasına renk vermesi için dikkatle seçildi.
Bilgisayarınıza kaydedip photoshopta renkleri okutabilirsiniz.
Herkese mutlu haftalar.
















Glee severlere duyuru : 5. sezon, 13-14. bölüm itibariyle özüne döndü zira o mıy mıy yeni glee takımından kurtulduk. Dizi neredeyse tamamen New York'a taşındı. Bu kadar hızlı toparlayacaklarını hiç ummazdım.
Hemen 80'ler ve 90'lar parçalarına dönüş yaptılar.
Aşağıdaki videoda ise şarkıyı dinlerken bir yandan sadece Blaine'i izleyebilirsiniz. Çünkü 80'ler kıyafetlerinin bu kadar yakıştığı bir adam daha yok :)

Sevgiler Ponti'den!

90'lar Kutusu / Savage Garden - To The Moon And Back

$
0
0
Savage Garden 90'ların unutamadığım gruplarından biridir. Darren Hayes'ın sesi aslında özellikle Truly Madly Deeply ile kulaklarımda yer etse de bu şarkılarını 90'lar anılarımın fonuna daha bir yakıştırırım nedense.


En çok da insanın kalbin kapılarını sonsuza dek kapatmak istediği zamanlar şarkılar "iyi ki var"
İyi dinlemeler, iyi geceler!


Şapşik Kurbağa Kolye

$
0
0
Kutsal cumartesi'den herkese merhaba!
Umarım herkesin günü kapıda olan pazar sevimsizliğini unutturacak kadar iyi geçiyordur.

Sevimli kolyeler serime bir yenisini daha ekleyerek aşağıdaki şapşik kurbağayı tasarladım bu sefer. 
Kendisine meleba deyin^^



İnternette rastladığım vektörel hali şuydu :


Karakterin sevimliliğine görür görmez vuruldum. 
Hemen iki elinde kalpler hayal ettim. Yeşil - kırmızı uyumu da güzel olabilirdi fakat renkleri biraz daha yumuşatmak istediğim için yine çok sevdiğim yeşil-pembe uyumunu kullandım.
Tamamı keçeden.









Yenilesi sevimlilik üçlüsü (^_^)




Kurbağaların normalde korktuğum hayvanlar olmasına inat takılarda ve desenlerde son derece şirin buluyorum. En son bir clutch yapmıştım kurbağalı. Şurada

Bu sevimli kolyeler koleksiyonunu genişleteceğim gibi duruyor. 
Gündelik hayatta en rahat kullandığım takılar kolyeler olmaya başlayınca takının başka bir çeşidini yapmaz oldum. Bakalım nereye kadar böyle sürecek :)


Herkese mutlu haftasonları.
Sevgiler Ponti'den.

:')

Zeki Demirkubuz Filmleri #1 : Masumiyet (1997) ve Kader (2006)

$
0
0
Herkese merhabalar!

Zeki Demirkubuz'un izlediğim ilk filmi olan Masumiyet, orta yaşlarını yaşayan Bekir, Uğur ve Yusuf'un kırık dökük hayatlarının hikayesini anlatıyor. Her iyi filmden sonra hissettiğim "izlemek için çok geç kalmışım" hissiyatını dolu dolu yaşatan Masumiyet, en başta gerçekçi öyküsüyle izleyicisini içine çeken bir film.

Kader filmi ise orta yaşlarda izlediğimiz Bekir ve Uğur'un hikayesinin nasıl başladığını, yani gençlik yıllarını anlatıyor bize.
Çoğu kişiyle hemfikir olarak Masumiyet'i oyunculuk,kurgu ve senaryo açısında daha başarılı bulsam da Bekir ve Uğur'un hikayesini en baştan dinlemek güzeldi.
Tabi o tanıdık hikaye Zeki Demirkubuz'un izledikçe hayran kaldığım, sıkıcı sanat filmlerinden çok ayrı, hissetmemize yetecek kadar bunaltan gerçeklik anlatımıyla birleşince Kader filminden de çok büyük keyif aldım.

Masumiyet ve Kader, hayatın çoğu kişinin haberdar olmadan sonlandırdığı kirli tarafının çok başarılı anlatılmış hikayeleri olarak kalbimde apayrı bir yer kazandı.
Gözümde bir başyapıt mertebesine erişen Masumiyet ile başlayalım.



Masumiyet

Yıl : 1997
Oyuncular : Haluk Bilginer (Bekir) / Derya Alabora (Uğur) / Güven Kıraç (Yusuf)
Senarist ve Yönetmen : Zeki Demirkubuz
Müzik : Cengiz Onural
Süre : 110 dakika

Konu : Bekir, Uğur ve Orhan (Zagor) aynı mahalleden 3 arkadaştır. Bekir Uğur'a aşıktır, Uğur ise Zagor'a.
Bir cinayet suçu yüzünden hapse giren ve orada da rahat durmayarak sürekli olaylara karışan Zagor'un ardında il il nereye gitse gezen Uğur, en az onun Zagor'u sevdiği kadar onu seven Bekir'i de peşinde sürükleyecektir. Zagor için hayat kadınlığı dahil her şeyi yapmaya göze alan Uğur'un Bekir 'i yanında tutma sebebi hem geçmiş evliliğinden olan kızı Çilem'e bakarken bir destek almak, hem de şarkıcılık yaptığı pavyonlarda bir nevi korumalığını yaptırmaktır. Aralarında çarpık bir arkadaşlıktan başka hiçbir duygusal ilişki yoktur. Tabi en azından Uğur için...
Hapisten yeni çıkan ve gidecek hiçbir yeri olmayan Yusuf'un yolu ise aynı otelde kalmaları sebebiyle Bekir ve Uğurla kesişir. Bu üç kayıp yaşamın öyküsü aynı izbe otelde, olanca gerçekliğiyle bize sunulacaktır.



Masumiyet filmi bir çok film festivalinden en iyi film, en iyi kadın oyuncu (Derya Alabora), en iyi erkek oyuncu (Haluk Bilginer), en iyi yönetmen, en iyi kurgu dallarında ödüller almış bir film.

Oyunculukların gerçekçiliğini hayranlıkla izlerken bu ödüllerin ne kadar hak edilerek alındığını görmemeniz mümkün değil.

En başta Haluk Bilginer'in oynadığı Bekir karakterinin sinirli, kırgın, ezilmiş, yıpranmış halini öyle bir canlandırışı var ki zaten çok sevdiğim Haluk Bilginer'e bu sahneden sonra daha ne kadar hayran olabilirim bilemiyorum.
Filmin tüm çevrelerce bilinen en meşhur sahnesi de yine Bekir karakterine ait. Sekiz dakikalık o efsane tiradı koca bir hikayeyi aklımızda bir film gibi oynatacak kadar başarılı ve gerçekçi.
Hatta sahne o kadar etkili ki filmin sonradan izlediğim belgeselinde Zeki Demirkubuz'un filmin senaryosunu bu tirad üzerine yazdığını öğrendim. Filmin ne senaryosu, ne bir hikayesi varken 5-6 sayfalık bu monolog varmış sadece. Bu da daha bir anlam katıyor bu sahneye benim gözümde.


Belki de başta masum bulacağımız aşklarının peşinde, hiçbir çıkarı olmadan koşan iki insanın kararttığı hayatlar filmin bize sürekli "masumiyet nedir?" diye sormasına neden oluyor.
Aslında herkes masum, herkes değil...

Masumiyet filmini hayatının bir yerinde yoksulluk değil ama "yoksunluk"çekmemiş birinin tam anlamıyla anlayabileceğini zannetmiyorum. Sevgi yoksunluğu, aşk yoksunluğu, sıcak bir yuva, sevgi dolu bir anne... Bunların herhangi birini yaşayıp yaşamın karanlık yüzünü görmemiş biri Masumiyet'i sadece başarılı bir dram filmi olarak görebilir.
Fakat Masumiyet bunların çok ötesinde bize arka mahalledeki gecekondularda yaşanan, büyük çoğunluğun duymak-görmek istemeyeceği gerçek dramı ve her kötünün özündeki masumiyeti anlatıyor.
Baştan yara alan, sevgisiz dünyalarda şekillenmiş yitik yaşamların, su alan bir gemi gibi bir daha dosdoğru ve hatasız olamayacağını belirtiyor bir yandan.



Standart bir bakış açısıyla bakarsak filmdeki tek masumun karakterlerimizin bencillikleri yüzünden hayatları mahvolan Uğur'un kızı Çilem ve Bekir'in karısı olduğunu düşünebiliriz. Fakat biraz daha "masumiyet nedir?" diye irdelediğimizde hiçbir karakteri savunamayacak bir noktaya geliyoruz.
Herkesin hayatındaki iyilik ve kötülükler için haklı ve masum sebepleri var. Sadece kendisinin anlayabileceği...

İnsanın ömür boyu tutkularıyla savaşmak zorunda olması ise filmin anlattığı bir diğer konu. Aşkı hem bu kadar masum, hem de bu kadar korkunç yapan da insanın aşk karşısında bu kadar zayıf oluşu değil mi zaten? Belirli bir nedenle açıklanamayacak bir körlük hali. Bütün iyi ve kötü duyguların eşitlendiği..


Uğur karakterinin iki repliği Masumiyet filminin bana bıraktığı en önemli izlerden oluyor . Spoiler var, izlemeyenler sakın okumasın.

-Sevdim abla ne kötülük var bunda?
....
Ne yapayım suç mu bu?

- Suç tabi ulan, suç tabi suç! Ne sanıyordun? Bekir niye kıydı ulan canına ha? 20 senedir bok kokulu otel odalarında adını bile bilmediğim şehirlerin siktirici yollarında ne arıyorum lan ben? Karılarını bile düzemeyen ibnelerin altında ne işim var lan benim? Parmak kadar çocuk neyin çilesini çekiyor lan? 

- Artık olmasın işte.

- Ne olmasın ulan? Neyine güveniyorsun lan sen? Orada artık adamları düzüyorlar haberin var mı? Üç kuruş için hepsi sıraya geçmiş veren verene. Orospu sadece ben miyim sandın lan? 
Siktir şuradan be. Ceza derler oğlum buna ceza.
Hakim kime kalem kırar düşündün mü hiç? Kimi falakaya yatırırlar, kimi orospu yapıp kimi aç öldürürler? Kim gözünü kırpmadan beynine sıkar kurşunu? Koyun gibi kesilmeyi bekleyen şerefsizler mi? Beş paralık düzenleri için hayatlarını peşkeş çeken pezevenkler mi? 
Söyle lan kim? 
..............................................

Belli etmezdim ama Bekir'le de böyle olurdu. Kıskanması da, delirmesi de için için hoşuma giderdi. Ne pislik mahluk şu insan be... 

                                                                            ..............................................

Tekrar söylüyorum ki hayatı arka mahallelere uğramamış biri için sadece başarılı bir dram fakat öyle olmayanlar için hayatın bütün inançlardan soyutlayan gerçek yüzü masumiyet filmi.
Benim nazarımda artık unutulmayacaklar arasında.

Şurada da oyuncu ve yönetmen anlatımlarıyla filmin özünü çok güzel özetleyen bir çekim hikayesi var. Sanırım 8 bölümmüş ama burada 3'ü var sadece : http://www.youtube.com/watch?v=yPhjubkBzno

.................................................................................................


Kader

Yıl : 2006
Oyuncular : Ufuk Bayraktar (Bekir) / Vildan Atasever (Uğur)
Senarist ve Yönetmen : Zeki Demirkubuz
Müzik : Edward Artemiyev
Süre : 103 dakika

Konu : Masumiyet filminde hikayelerinin sonunu izlediğimiz Bekir, Uğur ve Orhan karakterlerinin gençliği anlatılıyor. Yani hikayenin nasıl başladığını, karakterlerimizin "neden" lerini görüyoruz.




Kader ve Masumiyet filmlerini aynı gün 2 saat arayla izlememe rağmen Kader'de Masumiyet'e yapılan göndermeleri izlerken gözlerim dolduysa bu filmleri zamanında, yani 9 yıl aradan sonra izleyenler neler hissettmiştir düşünemiyorum.

Bekir'i henüz her gününü lanet eder gibi yaşamayan mutlu bir delikanlı iken , Uğur'u imkansız hayalinden vazgeçmemiş, umutları bembeyaz bir genç kızken izlemek gerçekten çok güzeldi.
Kader'i izlemek Kader filminden çok Masumiyet'i yüceltti gözümde.



İki filmde de arka planda meşhur yeşilçam filmi repliklerinin tekrarlanması filmin en etkileyici detaylarından biriydi. Otel sahibinin kendi hayatındaki dramı görmeden Yeşilçamın kendi hayatından çok daha az dram barındıran hikayelerine ağlaması insanın sevebileceği bir kılıf bulduğu sürece kendi duygularına ne kadar da kör olduğunun anlatımıydı belki de.
Kapanmayan kapılar ise her kişide farklı yorumlanabilecek bir diğer detaydı. 


Bir sahnesi dakikalarca süren, donuk ve sıkıcı sanat filmlerini sevmediğimi dile getirmiştim daha önce.
Zeki Demirkubuz filmlerini de öyle zannedip hep erteledim izlemeyi. Hep izlemek, şans vermek istedim ama önceliklerim arasına koyamadım bu sebeplerden.

Blogger arkadaşım Mert Zeki Demirkubuz'un Kıskanmak filmini bloğunda yorumlamasaydı ve ben de onun tavsiyesiyle Masumiyet'i izlemeseydim çok daha uzun süre mahrum kalacaktım bu kadar başarılı bir filmi izlemekten. O yüzden kendisine teşekkürü borç bilirim efendim :)

Şimdi sırada diğer filmleri var. Araya bir kaç tane yalanı bol, pembe bulutları davetkar filmler, diziler, animeler yerleştirdikten sonra Zeki Demirkubuz'un rahatsız edici gerçekliğine döneceğim.

Masumiyet filminin daha hiçbir şey görmemişken bile bize adeta hikayeyi anlatmaya başlayan müziği ile veda ediyorum.
Sevgiler Ponti'den.


Eurovision 2014 Favorilerim

$
0
0
Eveeet Eurovision denen anlamsız şarkı yarışmasının bir senelik tekrarına daha kavuşmuş bulunuyoruz izleyici.
Yarı finale 1 günden az bir zaman kala yazımı yetiştirebildiğim için ödevini cuma'dan yapmış bir öğrenci kadar mutlu ve huzurluyum.

Eurovision siyasi oyunlarıyla, hoppiri zittiri şarkılarıyla çoğu kişi için anlamsız olabilir fakat böyle olması yıllardır aldığım hazzı değiştiremedi. Ben her yıl aynı heyecanla bekliyorum şarkıları ve performansları, arşivime katacağım yeni bir güzellik heyecanıyla.
Neyi sevsem eleniyor o da ayrı.

Ama bu yıl geç kaldım biraz. İşten güçten midir yoksa kalitenin iyiden iyiye düşmesinden midir bilinmez, heyecanlansam dahi şarkıları çıkar çıkmaz didiklemedim son 2 yıldır.
O yüzden şarkıları dinleyip sindirmek son 3 güne kaldı.

Benim gibi Eurovision heveslileri için ilk 5'im ve kulağıma takılanlar huzurlarınızda.




5 - İsviçre :Sebalter - Hunter Of Stars



Şirin, ıslıklı ve eğlenceli. Daha ne olsun ki?
.........................................................................................



4 - Letonya : Aarzemnieki - Cake To Bake 




Bu şarkı aklıma 2012 yılında ilk turda elenen güzellik You and Me'yi getirdi elbet :'(
Bunun da kaderi aynı olur eminim.
.........................................................................................



3 - Arnavutluk : Hersi - One Night's Anger



Nefis, nefis,nefis!
Melek misin kadın sen o nasıl ses? Shakira'nın upgrade edilmişi sanki.
Kazanırsa büyük şok yaşarım ama şansı da var gibi sanki.
.........................................................................................



2 - Hollanda : Common Linnets - Calm After The Storm




Aslında birincim kesinlikle bu şarkı. Ama hep eurovision tarzı, eurovision ruhu diye vızıldıyorum ya. İşte ona uymuyor sadece. O yüzden 2. sırada. Yoksa ilk dinlediğim andan itibaren aşık olduğum, bence 2014 eurovision'unun bana en güzel hediyesi kesinlikle bu parçadır!
Klibiyle, asaletiyle, her şeyiyle hayran bıraktı.
.........................................................................................



1 - Danimarka : Basim - Cliche Love Song





Bruno Mars bu yıl Danimarka'yı temsil ediyor :B
Ya bu parça ilk dinlemede "bu ne yahu, niye bu kadar bağırıyor" dedirtebilir ama dinledikçe sevilen türden. Bana göre bu yıl Eurovision'a en yakışan parça kendisi. Dansçıları da çok sevimli (^_^)
Yıldızı parlasın çok güzel sesi var çocuğun. Şimdi Bruno Mars düşünsün. :B



Dikkatimi Çekenler 
Ülke isimlerine tıklayarak şarkıları dinleyebilirsiniz.

Fransa : Hadi milyonlardan utanmadın anlarım da, Patricia Kaas'tan da mı utanmadın?

Yunanistan : İyisin, hoşsun, havalısın, clubber'sın anladık ama Eurovision'dasın çocuğum ya. N'apıyosun?

İspanya : Ah be güzel ablacım, harcarlar seni burada bak kımıl kımıl ortalık.

Belçika: Yıl olmuş 2014, hala eurovision'a kaliteli şarkı hazırlayan ülkeler var. Cidden çok imreniyorum azimlerine. O ne temiz bir ses öyle...

Avusturya : Ah Azis bütün bunların çıban başı sensin. Farklıya, özgüne saygımız sonsuz ama herkes bir Azis değil. Sesi de kötü.

Finlandiya : Ooo alternatif alırım bir dal. Güzel şarkı, yanlış yer. Lordi'ye ne bakıyorsunuz siz. -çık çık çık

Macaristan : Klibinle öyle bir dövdün ki şarkıya varamadık henüz. Şarkının tam bulamadığım bir yanı eksik ve yine eurovision'a uygun değil.

İzlanda : Neşeli ama sevimsizsin. Ne ayaksın anlamadım.

Moldova : Hah geldi benimki. 2009'dan beri içimde yara Moldova. Dupstep mi? Yapmayın boku çıktı iyice. Hiç sevmedim. Umutlar 2015'e.

Slovenya : Klibi pek nefis, mutlaka izleyin.

Polonya : Bu hatunlar o gece sağlam bir şov yaparsa bütün dünya gümüş tepside sunar o kupayı söyleyeyim.
Çoşturucu ritm? Check!
Güzel kızlar? Double check!
Eee daha ne lazım ki bu yarışmayı kazanmaya? Siyasete girmeyelim, lütfen :3
Ama bir yandan ritmleri aykırı Eurovision'a. Bilemedim. Ama şarkıyı hiç sevmedim orası kesin.

Evet hatırımda kalabilenler bu kadar. Kalanı ilgimi bile çekmedi. Ben arşivime kattığım sevimli şarkıların derdindeyim her yıl. Ama finali keyifle izleyeceğim tabi ki.

Yalnız şimdiden söyleyeyim benim 5'imden en az 2'si elenir. Hep öyle oldu.
Bir de Eurovision'un en keyifli yanı ekşi sözlükte çevirdiğimiz geyikler :v 
En çok onu bekliyorum hevesle.


Yine en güzel sensin be boşver (^_^)
İyi geceler!


Gecenin Öteki Yüzü

$
0
0
Gecenin öteki yüzünde,
Ağlayacak gözyaşlarımız hep vardı.
Hayallerimiz ürkerdi sizlerden.
Mahçuptuk sesimiz duyulmazdı...

Ponti'nin ilk ve -mümkünse- tek rastgele, düşünmeden yazılacak olan iç dökme postuna hoşgeldiniz.

Hissizliğim ele geçirdi yine beni bir kaç gündür.
Ne son izlediğim filmi, okuduğum kitabı anlatmak istiyorum, ne de buraya insanları mutlu edecek, düşündürecek bir yazı yazmak. Hoş yazılarımla pek mutlu etmiyorum insanları. Ne zaman ağzımı açsam karanlığım dökülüyor cümlelerimden ya da insanlara farklı gelen yanlarım. İstemeden.

Hayatım boyunca girdiği ortama neşe ve mutluluk veren biri olmak istedim.
Bence olamadım, başkalarınca oldum. Herkes çok esprili, neşeli biri olduğumu söyledi bunca zaman. Uzaktan sadece gülüşümü görenler bile aynı yorumu yaptı.
Yanlarında, sohbetlerinde istediler. Neşeliydim çünkü.
Ama ne zamanki karanlığım içimden taşıp dilime döküldü. O zaman neşeli zamanlarıma kıyasla çok daha büyük bir hızla adım konuldu : depresif.
Bir de sevdim aksi gibi. Çok huzurlu bir yalnızlığın takma adı gibiydi sanki. Anlıyordum insanların mutsuzlardan kaçışını, inanın anlıyordum. Çünkü artık kimse kimsenin yarasını saracak kadar yarasız değildi. En güzeliydi karanlığına sarılıp uyumak.





Belki de gerçek yüzümü sadece ben bildiğim için neşe veren biri gibi görmedim kendimi hiç.
İçimde hayatın, yaşamanın, nefes almanın güzelliğini her gün batımında kalbinin en orta yerinde hissetmek isteyen bir çocuk vardı, o kadar.
İnsanların yanındaki neşeli halim sahte de değildi üstelik. Olmak istediğim kişi oluyordum başkalarının yanında. Ama yalnızken, orada kim olduysam onu yalanlıyordu karanlığım. İşte benim üzerine hayatımı kurduğum dengesizliğimin de sebebi buydu.
İçimdeki karanlığa inat arzuladığım aydınlık. Çatışıp durdular. Kazanan olmadı hiç.
O yüzden hep böyle çocuk kaldım. O yüzden hep köpeklerin "son dediğini anlamadım" bakışıyla baktım hayata. Çözemedim o düğümü.

Çok istedim biri kazansın, ikilem bitsin, yol aksın ya da dursun. Ama olmadı.



Şarkılar, şarkılar, şarkılar geçti aklımdan, anılarımdan, sanrılarımdan, rüyalarımdan, gerçeğimden, hayalimden. Bir tek onlar irade gösterip kendinden emin şekilde hep orada durdular. Bunca kayıp giden duygu arasında değişmeyen tek şeydi onlar.
Aklıma sayısı hesaplanamaz cevapsız sorularımdan başka bir bilgiyi sokmaya zaman geçtikçe daha da zorlandım. Aslında zeki biri iken bunca dalgın ve bazen de aptal görünmem de bundandır.
Aklım hep "diğer tarafta" dır çünkü.

Anlamak istedim insanları. Anlamak istedim neden kusturan bir yalanın içinde yaşadıklarını. Anlayamadım.
Sevmek istedim insanları. Yalanımızı, bencilliğimizi, basitliğimizi birbirimize gösterip "olmasın artık" demek istedim. Olamadı, sevemedim. Daha da kötüsü her geçen gün daha da nefret ettim bütün o robotlardan.

Değiştirmek istedim bütün doğruları ama çok, çok güçsüzdüm. Kendi doğrularımı zor modifiye ettim.



Yüzyılın sorusu : Kendini sevmeyen başkasını sevebilir mi? Cevap belirsizdi.
Ben kendimi sevmediğim halde çok kişiyi sevdim. Ama cevap bu değildi.
Bazen de narsistlik kıvamında kendimi sevdiğim halde başkalarını sevemedim.
Demek ki bütün genellemeler yanlıştır genellemesi  ironik şekilde doğruydu.

Her şeye verilecek tek bir cevabım vardı, o da aşktı.
Mevsimlik çiçek gibi zamanı geldi soldu, zamanı geldi rengarenk açtı.
Bir de baktım cevap bu da değildi.
Hayata takdir edilesi bir çabayla giydirmeye çalıştığım anlam kılıfıına o da uymamıştı.



Bir kere saçmalık baştan başlamıştı.
Bunca kötülüğüne kendi gözlerimle şahitlik etmişken birileri, evren, varsa Allah benden bu dünyayı, yaşadığım hayatı sevmemi bekliyordu. Nasıl gülmek geliyor içimden bu beklenti karşısında bir bilseniz.

Bir saniye durun ve mutlu günlerinizden, güzel hayatınızdan, neşeli hafta sonlarınızdan uzakta tutarak kalbinizi, bir düşünün.

Bu dünyada savaşın ortasına doğanlar var,
Bu dünyada insanın en temel ihtiyacı olan beslenme sorununa çare bulamamış ülkelerde, kimliksiz, korumasız, bir hiçliğin minicik bir parçası olarak doğanlar var,
Kendinden 30 yaş büyük birine parayla satılıp bedeninin her köşesinden bir yabancınınmış gibi hak talep edilmesine sesini çıkaramayanlar, mide bulandıran bir tecavüz döngüsüne katlanmak zorunda olanlar var.
Öz babasıyla aynı evde bir gece bile tecavüz korkusu yaşamadan uyuyamayanlar var.
Kimliği, mesleği, nerede doğduğu, rengi, soyu, seçimleri, cinsel tercihi, mecbur kaldıkları yüzünden yargılanan, yalnız bırakılanlar, aşağılananlar var.
Kendisine sorulmadan tam bir 3. sayfa ailesinin ortasına hesapsızca doğurulup atılan çocuklar, ve bu çocukların da hesapsızca doğuracağı yeni köleler var.
Büyütüldüğü kafeste cahil bırakıldı diye sevmediği, hatta tiksindiği adama bir ömür hizmetçilik ve fahişelik yapmak zorunda kalan kadınlar var.
Bütün hayatını bir kadına/erkeğe bütün iyi niyetiyle adamışken haksızca aldatılan kadınlar/erkekler var.
Kocaman, koskocaman hayal kırıklıkları var biriktirdikçe biriktirdiğimiz.

Töre, din, kanun, gelenek, görenek, toplum, aile, mahalle, akraba, zorunluluklar, "ayıp olur" lar, normalize edilmiş doğrular adı altında ezilip büzülerek, belirlenen kılıfa uymaya çalışarak ömür tüketen zavallılar var.
O zavallı sensin, benim, o zavallılar bu dünyada yaşamış ve yaşayacak olan her bir insan topluluğu.



Nedenleri sorulmadan bir mecburiyetler odasına hapsedilmiş katrilyon tane zavallı ruh.

Ve hepsinin şartları aynıymış gibi güya tabi tutulduğu bir sınav. Türkiye eğitiim sistemini şekillendirirken Tanrı'dan esinlenmiş olmalı. Neyse, o konu derin ve zerre kadar da umurumda değil.

Ve ben "aman çok şükür" lere, "aman allah korusun" lara, "bak ne hayatlar var" a sığınarak, hayattaki maddi manevi değerlerimi yan yana dizip övünerek mutlu olacağım öyle mi?
Hadi o kadar basitleştim diyelim. Ya bir de bu da yoksa elimde? Karanlığımsa tek hazinem? Vay halime...

Hatırlatayım, benim adım depresif. Nasıl? Hakkını veriyor muyum?

Umarım bir daha bu kadar saçmalayıp burayı da kirletecek kadar delirmem.
........................................................................................................





Ateşin var mı? Sigara içmez misin?Allah bilir rakı da içmezsin?
Konuşmasını da bilmezsin değil mi?
Sen kuşları da sevmezsin. Çiçekleri de. Söyle! Öyle değil mi? Çocukları?
Canım çekmez mi hiç keyfetmeyi?Parayı sever misin parayı? Onuda mı?
Erkeklerden nefret ediyorsun ha?
Ee, sana da bu yakışır.


At kendini denize! Ne duruyorsun?
Boşuna bu dünya de be!


Benim yarı yaşım kadar bile yoksun. Güzelmişsin de.

Derdin mi çok? Ha? Benden de mi çok?
At kendini şuradan denize! Seni o paklar.


Madem ateşin var, ne duruyorsun karanlıkta?
Hadi, koş. Hayata...


Hey bre Karacaahmet, kara mezarlık.
Sana gelmiyorum işte.
Var mı bir diyeceğin?
Yorgo'nun meyhanesine gidiyorum.
Daha çok beklersin, çok...



Şu diziyi biri bana bulsun artık...

Sosyal Medya Bağımlılığı Üzerine

$
0
0
Merhaba!

Biraz önce aşağıdaki videoya rastladım ve çok beğendim. Tabi gördüğüm platformda da beğendim ki ironi olsun, videonun anlamı daha da artsın (-_-)

Fotoğraf Kaynak

Sosyal medya bağımlılğı üzerine gördüğüm en başarılı video sanırım.
O seviye bağımlılardan değilim ama bazen sadece sosyal medya değil filmlerle, dizilerle, animelerle de olsa gerçek hayattan koptuğumu hissediyorum.
Veya videoda bahsedilen kendini anlatma veya anlaşılma tutkusu esir alıyor kimi zaman.

"Kendini pazarlama" kısmı ise en çok hak verdiğim kısım oldu. İnsanlar sosyal medyada bir kimlik oluşturmak ve daha da önemlisi bu kimlikleri gerçek hayatlarıyla bağdaşmasa bile öyle göstermek için saatler, günler harcıyorlar. Onaylandıkça da kendilerini hayallerindeki gibi görüp mutlu oluyorlar.
En çok gençlerde kendini gösteren bu duygu hem acınası hem de üzücü bir durum.

Bizim gibi yetişkinler değil ama umarım daha ufak yaştakiler bu videoyu izleyip bir anlam çıkarırlar.
Bunu facebookta 18 yaşında yeğenimin paylaştığını görmek ise bu yönden mutluluk vericiydi.

İşin daha karanlık kısmı ise bu paylaşımları yapamayan, sosyal medyada aktif olamayan genç bireylerin kendini yetersiz, eksik ve kimliksiz hissetmesi.  Kendini toplumdan daha da soyutlaması gibi sonuçlara kadar gidiyor bu durum.

İzleyelim.



Şimdi herkes ne kadar bu dünyaya ne kadar gerçek hayata vakit ayırdığını, her yaptığını onaylatmak ihtiyacı hissedip hissetmediğini, aynı fikirde olduğunu birini bulamadığında fikrini savunacak kadar birey olup olmadığını ve çocuğuna bu konuda ne yardımcı olup olamadığını bir sorgulasın.

Sosyal medyanın nimetlerini gerektiği kadar kullanabilmek ve hayata daha fazla vakit ayırabilmek dileğiyle..


Aklımda Kalanlar : Ahmet Altan - Kristal Denizaltı

$
0
0
Merhaba!
Ahmet Altan'ı ilk ve en son 20 yaşında "Aldatmak" isimli kitabı ile okumuştum. Epey etkilendiğimi ve beğendiğimi hatırlıyorum. Aslında Kristal Denizaltı'nı da okuduğumu çok iyi hatırlıyorum ama içeriğine dair pek bir şey hatırlamadığımdan tekrar okumak istedim. Bu yüzden de Kurtuluş metrosu dibindeki her zaman duran kitapçıda "Bir Çift Yürek" isimli efsane kitap ile yan yana görünce nostalji ve hatırlama amacıyla elimdekilerle takas yaptım hemen :)

Kristal Denizaltı Ahmet Altan'ın deneme yazılarından oluşuyor. Her zaman olduğu gibi temelde kadın-erkek ilişkileri bulunuyor. Fakat buna tarihi kişiliklerin öyküleri de katılarak daha zengin ve keyifli hale getirilmiş.
Okurken çok keyif aldığım bu tadımlık kitabın aklımda kalan satırları bir daha unutulmamak üzere burada yerini alacak.


Ahmet Altan'ın kadın-erkek ilişkilerini ve özellikle kadınları anlatırken kullandığı dil ben dahil çoğu kişi tarafından çok beğeniliyor. Öyküler arasında kaybolurken illa ki "aa işte bu benim" diyorsunuz bir yerde.

 Özellikle "ben bayağıyım ama yazdıklarım öyle değildir" , "ilk düğme" , "kelimeler maskelerini çıkarırken" , "sıradan bir kadın" ve "birine bağlanmak" yazılarını çok çok sevdim.
Aldatmak kitabını en kısa sürede tekrar okumak istiyorum.






ALINTILAR

Hafızamızın bizden bağımsız bir hayat sürdürdüğünden şüpheleniyorum bazen ; kaybolduğunu sandığımız nice anı, nice çehre, söz, cümle, yazı, kendi derinliğiyle bulanıklaşmış kanalların içinde varlıklarını sürdürerek yüzüp duruyor ; sonra birden, neredeyse ilk günkü kadar taze ve parlak olarak beliriveriyor; o zamana kadar niye saklanmışlardı ve o gün ortaya niye çıktılar, bunu hiç bilemiyoruz.
.............................................................

-İnsan sevdiğini görmediğinde aşk biter mi?
-Düşünsene, Tanrı'yı bir kez bile görmedik ama onu seviyoruz.
- Ama benimki o tür bir sevgi değil, Sarah.
- Belki de başka bir tür sevgi yok, Maurice. Aşk, bir insanı Tanrı'yı sever gibi sevmek mi, onu görmeden ama onu hissederek onun varlığına bağlı kalmak mı?
Bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir işarete muhtaç olmadan, onu besleyecek bir bedene, bir vaade, bir ümide ihtiyaç duymadan, tek başına da sürebilecek kadar güçlü bir sevgi mi aşk?
.............................................................


Sanırım hepimiz, sevmenin ve acı çekmenin birbirinden kolay kolay kopmadığını, alt akıntıları olan bir nehre girer gibi, bu duygulardan herhangi birinden suya girip derinlere doğru daldığımızda diğer duyguya rastladığımızı biliyoruz; hayat bize bir duyguyu diğerinden ayıklamanın pek mümkün olmadığını, duyguların orman perileri gibi yalnız başına gezmediklerini, her perinin bir de zebanisi olduğunu öğretti.
.............................................................

"İki insan ayrılırken, şefkatli konuşan taraf aşık olmayan taraftır."
Şefkatle yaralanmamış kaç kişi vardır aramızda?
Ya en incitici, en acıtıcı sözlerde çaresiz kalmış bir aşkın ilanını görmüş olanlarımız?
Bir kopuş anında şefkatli bir sarılış yerine düşmanca görünen bir saldırıyı yeğlemeyecek kaç insan çıkar?
Sevildiğimizden emin olduğumuzda bizi memnun edecek nice davranış bundan kuşkuya düştüğümüzde bizi unutulmaz bir biçimde aşağılar.
.............................................................

Onlar sizden biri değil.
Sizin bilmediğiniz bir karanlığın çocukları onlar, sizin bilmediğiniz bir acıyı çektiklerinden öfkeli ve isyankarlar,hayatın çeperlerine sığmayan kanatlarıyla ne bu hayatı bırakıp gidebiliyorlar ne de bu hayatın içinde yaşayabiliyorlar; gerçek yüzleriyle sevilmeyeceklerini bildiklerinden, çalışma odalarında, atölyelerinde, stüdyolarında sürekli yeni yüzler yaratıp duruyorlar size göstermek için, ama insafsızsınız; yarattıkları bütün yüzleri bir yana itip en arkadakini, saklananı, gösterilmeyeni görmek istiyorsunuz.
İstediğiniz, sizden başka türlü yaratılmış olanların zaaflarını bulmak, kanatlarının arasına yerleştirilmiş kamburları saymak, sonra da sanki kanatları yokmuş gibi onların yalnızca kamburlarını söylemek: "Bak işte kamburları var."
Var. Çok kamburları var.
Onların hepsini sizden önce saydı onlar.
Henry Miller karısını satmıştı.
Siz karınızı satmazsınız, sanmam.
Ama onun gibi de yazamazsınız.
.............................................................


Bütün ömrünü, karşılığında hiçbir şey istemeden bir erkeğe adamış ve ölene kadar bu adanmışlıktan o erkeğe bile söz etmemiş bir kadının hikayesiydi bu.
Kadınların acılarını ve yalnızlıklarını taşıyışlarındaki görkemli hüznü anlatıyordu.
Onlar, bir erkeği sevdiklerinde, onu kendi dünyalarının merkezine yerleştirip hayatlarını bu merkezin çevresinde örerken, bu teslimiyeti, acıya dayanma güçlerini özgürlüğe , bir başkaldırıya dönüştürebiliyorlardı.
....
Onlar, gerçekten sevdiklerinde, acıyı, iğnesini çıplak tenlerine sapladıkları bir ziynet eşyası gibi taşıyorlardı. 
.............................................................

Yalnızca, seni hastalıklı insanların arasına atanı değil hastalığı da sevdiğini kim bilebilir ki seni seyredenler arasında.
Sen artık Zelda'ya tutulan Fitzgerald, Wagner'a tutulan Cosima'sındır.
Kulağına sesler gelir :
- Senin sevdiğin çirkin bir kadın; o adam bencil; güvenilmez biri senin güvendiğin, hastalıklı bir ilişki bu.
Gülümsersin.
Onlara şöyle demek istersin:
- İlişkinin hastalıklı olması önemli değil ki, önemli olan iki kişinin hastalığının birbirine, birbiri için yaratılmış iki parça gibi uyması.
.............................................................


Kasaba azmanı, sıcak ve tozlu bir şehirde aylar süren bir yalnızlık sırasında kendimi ucuz bir dükkandaki bir tezgahtar kızla, bir kadın sesini biraz daha fazla dinleyebilmek için lafı uzatırken yakaladığım anda duyduğum utancı hep hatırlarım.
Ve kendi yalnızlığımda hep yalnız kadınları düşündüm. Onların gözlerinde yakarış yoktu.
.............................................................


"Ben şiirlerimi yayınlamayacağım" deyip yayınlayanları küçümseyen Rimbaud, Verlaine hayatta en çok neden korktuğunu sorduğunda söyle cevap veriyordu:
- İnsanların beni, benim onları gördüğüm gibi görmesinden korkarım.
.............................................................



Şimdiden mutlu haftalar!

Bad Boys Blue Ve En İyileri

$
0
0
Merhaba!
Şu bir gerçek ki müzik postu yapmak kadar beni mutlu eden bir şey daha yok. En çok onları yaparken neşe ve enerji doluyorum. Hem sevdiğim melodileri paylaşmak hem de benden bir parça olan bu bloğun bir köşesine onları iliştirmek evimin duvarına sevdiğim bir tabloyu asmak gibi aynı :)
Canımın ne yazmak ne de okumak istediği şu günlerde de bloğa ancak bu şekilde gelebiliyorum o kısmı çaktırmayın :3
Taslakta tamamlanmayı bekleyen 3 yazıya da selam olsun (-_-')

Bad Boys Blue doğduğum yılın ('84) yazında kurulan, 3 kişilik, Modern Talking'in izinden gidilerek kurulmuş bir dance-pop grubu. Başta 3 kişi kurulan grup geçen yıllar içerisinde bir çok kez üye değiştirmiş, girenler çıkanlar olmuş fakat ben hep Trevor Taylor ve John McInerney ile tanırım grubu. Bad Boys Blue denilince ikisinin yüzü gelir hatırıma sadece.
Kime sorsam bilemediği için de gözümde yitik bir gruptu Bad Boys Blue. -du diyorum çünkü post için araştırma yaparken ne kadar az parçalarını bildiğimi gördüm. Meğer ne çok albümleri varmış. Ben toplasan 2-3 derdim en fazla.

Hemen spotify'a sektim bütün şarkılarını keşfetmek için. B.B.B. / Modern Talking / C.C. Catch ve Blue System'ın karma parçalarının olduğu 1200 şarkılık bir liste buldum oh la la ♥_♥
İleride bu listeyi güncellemek zorunda kalabilirim.
Şimdilik size yıllarımı geçirdiğim ve artık minicik bir tınısında dahi içimi eriten favorilerimi tanıtayım.



Benim B.B.B.'yu keşfetme sürecim tersine işledi. İlk önce şu efsanevi 90'lar mixlerinde duydum tınılarını, sonradan araştırmalarımda buldum aslında duyduklarımın 80'ler parçaları olduklarını. 90'larda uzunca bir süre yeni parça diye dinledim yani bu şarkıları.
Başlayalım.

6 - Come Back And Stay



Ay! Çıldıracağım! Şu kıyafetlerin, saçın başın, ceketten fırlayan gömlek kollarının, vokalin kabarık saçının güzelliğine bakın! Neden bu kadar seviyorum 80'leri neden neden? Bilmiyorum.


5 - Pretty Young Girl




Sanırım Pretty Young Girl B.B.B.'nun en bilinen parçası. Genelde canlı performansları koydum ki kliplerinin izleyip mavi ekran vermeyin. Zira neredeyse bütün klipleri über fantastik bir dünyada tam bir drug kafasıyla çekilmiş gibi :D Zaten ben de bunu seviyorum!
İlginizi çekerse hepsinin orjinal kliplerine mutlaka göz atın derim.

4 - A World Without You (Michelle)



Solistin girişteki bakışı! hahaha salopet askılarını sevdiğim :v


3 - I Wanna Hear Your Heartbeat





Evet ilk 3'e geldik. B.B.B.'nun yaza en çok hangi şarkısı yakışır deseler budur derim. Gün doğumunda ve batımında dinlemek şu gereksiz yaşamımdaki enn büyük keyiflerimden biri.
Çizgili hırka, sarı gömlek ve kırmızı pantul. Oh my 80's ♥

2 - Gimme Gimme Your Lovin'



B.B.B. 'nun sözlerinin ilk ezberlediğim parçasıydı bu. Diğerlerine göre daha kolay olduğundan sanırım.
Aman nasıl sevinmiştim büyük başarı :v
O duvardaki retro kızı komple sökmek istiyorum o sahneden. Öyle bir duvarım olmalı :3
Bir de : gimme gimme gimme your lovin' / give me vibration and sweet inspration ♥


1 - You're A Woman, I'm A Man




Şimdi bir şarkı düşünün ki şu kadar çok seviyorsunuz :
Lisedesiniz, maddi imkanlarınız kısıtlı ve müzik için çıldırıyorsunuz. Tek müzik kaynağınız pilini zor aldığınız sony walkmaniniz. Radyodan veya başka kaset aracılığıyla kendinize en sevdiklerinizden karışık bir kaset yapıyorsunuz. O kaset an itibariyle en sevdiğiniz sanatçının konser biletinden daha kıymetli çünkü bileti verseler konsere gidemeyecek kadar çulsuzsunuz.
Bir gün okuldan dönerken sanırım aynı şarkıyı geriye alıp alıp dinlemekten virijıııttt diye bir ses geliyor ve kasedinizin o teknoloji harikası kahverengi bandı walkmanin mekanizmasına dolanıyor. Ve işin kötüsü türlü uğraşlarınıza rağmen walkmanin içinde kalan parçayı çıkaramıyorsunuz.
Bu durumda hangisine üzülürdünüz? Kasete mi walkmane mi?
Aklı başında herkes walkman der.
İşte ben o anda kasete üzülmüştüm. Çünkü içinde bu parça vardı ve benim tek derdim bir daha nereden bulup çekeceğimdi. Ya radyoda çıkmazsa, ya başka kaset bulamazsam?
İşte o kadar kıymetliydi bu şarkı :) Hala da öyle...

Anılar geçidinden çıkıp posta dönüyorum. Her ne kadar Modern Talking'in izinde kurulan bir grup olsa da tarzlarının onlardan çok daha farklı olduğunu düşünüyorum.
An itibariyle aklım yeni keşfettiğim o 1200 şarkılık listede (gulp) Seni seviyorum spotify ♥

İyi geceler, sevimli rüyalar (^_^)

Not : Kasedin yenisini yaptım ama çok dinlemedim bozulur diye :P

Kötüsünüz.

$
0
0

Sen onca kalabalık arasından sevilmediğini, istenmediğini, nefret edildiğini bilerek, Berkin'in annesini yuhalattığın gibi, hatta daha büyük bir nefretle yuhalanarak, ama yine de yüzsüzlüğü elden bırakmayıp korku dolu bir gülümsemeyle etrafı selamlayarak o markete sığındın (kaçtın) ya. 
Bir damla su serpildi yüreğime. O kadarcık.

Kötüsünüz, hem de çok kötüsünüz...

Pontistagram #1

$
0
0
Merhaba izleyici!
Instagram hayatımıza girdiğinden beri şüphesiz ki en keyifli, en renkli, en vazgeçemediğimiz sosyal medya platformlarından biri haline geldi. Kendi adıma konuşmak gerekirse facebook, tumblr, twitter ve diğerleri bir yana, instagram bir yana derim.
Hayatın önemsiz gibi gözüken detaylarını fotoğraflamak ve bunlardan bir arşiv oluşturmak gerçekten çok keyfili. Özellikle benim gibi fotoğraflarla oynamayı çok seven biri için.

Bloglarda instagram postlarını gördüğümde hiç heveslenmedim bende böyle özet geçeyim diye.
Ama ne zamanki instagramda paylaştığım fotoğrafları "ya bunu blogda mı gösterseydim" veya "bu bilgiyi blogda da paylaşsaydım" demeye başladım işte o zaman karar verdim bu postları yapmaya.

Pontiye özel instagram hikayelerinin ilki karşınızda :)




Düğün çekimlerinde şirin aksesuarları bolca kullanıyoruz. Bu sezon için de yeni ciciler hazırladım. Pipoyu bir derece ama kalp gözlüğü çok sevdim. Herkesten önce ben oynadım oh :D ♥_♥ 

Fotoğrafları kolajlarken kullandığım uygulamayı çok seviyorum, hazır şablonları çok eğlenceli. Sürekli de yenileniyor.Yukarıda gördüğünüz de hazır şablonlardan biri. 
Uygulamanın adı Photo Grid. 
Android için ücretsiz bir uygulama. Şuradan indirebilirsiniz :  Tık tık
.....................................................................................................................




Yakında yazısını yazacağım, o dilimden düşürmediğim anime sayesinde sürekli dinlediğim müziklerden ne kadar sıkıldığımı fark ettim. Ben de tabletimde bir keşfet klasörü yaptım. 1-2 şarkısını beğendiğim ne kadar grup-şarkıcı varsa (tabi bu ilk keşif grubu) bütün albümlerini bu klasöre attım keşfetmek için. Ne zamana kadar dinler ve notunu veririm bilinmez. Şimdilik Capital Cities'in albümünü çok beğendiğimi söyleyebilirim sanırım :)

Bir sanatçının albümünü incelemem için 3-4 şarkısını beğenmem lazım. Bazen daha fazla. Artık bir şarkısını dahi beğensem hemen incelemeye alacağım. Yeni müzikler keşfetmenin radyolar haricindeki güzel bir yolunu daha buldum sanırım :) 
Aşağıda sanatçı ve grupların adına tıklayarak onları ilk kez tanıdığım parçalarını dinleyebilirsiniz. 
Youtube'a "hala" giremiyorsanız tık tık


Sakamichi No Apollon'u bekleyin (^_^)
                                        .....................................................................................................................








Çekim için yaptığım oyuncaklardan bir kaçı daha. Tabi bunlar diğerleri gibi değildi, epey uğraştırdı. 
Bir kaç aksilik yaşasam da sonuç güzeldi :)
Yapımı hakkında fikir veren, nette araştırırken tesadüfen bulduğum şu bloğa teşekkür ediyorum : Tık tık 
                                            .....................................................................................................................




Bizim ofisimiz 13. katta. Oldum olası severim yüksek katları. Her sabah, hele ki utangaç bir güneş varsa gökyüzünde, şu manzara oluşuyor. Tam kahve içip güne hazırlanmalık, düşünmelik, müzik dinlemelik.
Ben de bu binaların uçsuz bucaksız bir okyanus olduğunu hayal edip bunları yapıyorum.
                 .....................................................................................................................




1 ay kadar önce yurt dışından anime ürünleri getiren bir sayfadan Fairy Tail anahtarlık sipariş ettim. Tabi ki sipariş ettiğim andan beri kaderinde kolye olmak vardı. Ürün bir geldi ufacık :D 
Aynen fotoğrafta gördüğünüz kadar. Ben fotoğraftan nasıl etkilenip, heyecanla nasıl sipariş verdiysem artık boyutlarını sormayı unutmuşum. Ama hiç beklemiyordum bu kadar ufak çıkmasını (-_-')
Yine de kaderine razı olup yakında kolye olacak. Verdiğim ücret de feda olsun Fairy Tail'ime (^_^)

Bu arada 4 Nisan geliyoooooooooooooooor (güp güp - güp güp)
Fairy Tail 2. sezon başlayacak 4 Nisan'da. Hala inanamıyorum nasıl bekledim ben onca zaman. 
Bir de biriktirmesi var şimdi. İmkanı yok her hafta dayanamam ben yeni bölüm çıkacak diye.
Evet, biriktirmeliyim. (sağlam irade) 
                                           .....................................................................................................................





Özcan şemsiyenin kampanyası vardı geçen haftalarda. Çekilişle 4 kişiye üzerine istediğini yazabileceği kırmızı şemsiyeler hediye edecekti. Bir talihlisi de ben oldum. Üzerine çok daha farklı yazılacağını hayal ettiğim gördüğünüz yazıyı yazdırdım. 
Hayal ettiğim gibi olmasa da yine de çok mutlu etti. Bir de kalp şeklinde geldi (^_^) 
Yalnız Ponti ne yaptı? Geçen hafta sonu itibariyle bu şemsiyeyi kaybetti! 
Aferin, otur sıfır.
                                            .....................................................................................................................






Oscar sonrası şu fotoğraf beni 1 hafta güldürdü :D
                      .....................................................................................................................
                                         








Yediğim en nefis Tiramisu tarifini aldım. Bu kadar basit yapılıp da (20 dakika) bu kadar lezzetli olan bir tatlı görmedim daha önce. Ye beni diye bağırıyordu. Bir hafta sonunda, sadece 2 gün içinde 2 kişilik shrek ailesi tarafından imha edildi :D

Tarif şurada :  Tık tık  (1 paket labne denilen yerde gram verilmemiş, ben 300 gr'lık paket kullandım)
Pastabana bakıp çakma tiramisu zannetmeyin, mutlaka deneyin. Diğer bütün tariflerden daha çok beğeneceğinize eminim.
                                      .....................................................................................................................







 Kediler hakkında görüp görebileceğim en anlamlı çizimi gördüm. 

"Bebek istemiyorsun, kedi istiyorsun bu nasıl iş?"
"Ay onların tüyü çok fena"
"Iyy kedi mi hayatta yapamam çok titizim ben" -Sen kurban ol kediye, kalıbımı basarım senden temizdir (-_-)
"Sen de apayrı bir cinsmişsin"

v.s. konuşup duran bir sürü insana şu çizimi gösterip susuyorum artık, bakın diyorum işte benim kedilere olan duygularım aynen böyle :')
                                      .....................................................................................................................









Liseden beri benimle olan en bir kıymetli koleksiyonum. Şu an en güzel hayallerimden biri -tabi ki bunların yerini tutmayacak olsa da- Uykusuz ve Lombak ciltlerini tamamlamak.
Lombak benim nesilim için efsanedir, keşke hala yayınlanıyor olsaydı. Onun gibi sağlam bir mizah dergisi bir daha göremedim. 
Umut Sarıkaya'dan iyi olmasın, Ersin Karabulut'a olan apayrı hayranlığım o zamanlardan kalma. 
                                         .....................................................................................................................

           Şimdilik bu kadar.

          Sevgiler Ponti'den!






Biten Animeler #5

$
0
0
Herkese en mutlusundan merhaba!
Bütün olumsuzluklardan kaçarak, özene bezene koruduğum bu cumartesi gününde nihayet  (2 ay olmuş!) yeni bitenler postunu yapabildim. Hiçbirimizin içinden güzel olan hiçbir şeyin gelmediği, ilham perilerinin bizden bucak bucak kaçtığı bu günlerde mutlu olmak resmen lüks!
Bir mağaraya kapanıp görmekten, duymaktan, sinirlenmekten ve bu yapış yapış çaresizlik duygusundan kaçmak istiyor insan kendini koruma içgüdüsüyle.
Neyse, biz yüzümüzü güzel olana dönmezsek bir avuç ruh hastası olarak hayatımıza devam edeceğimiz çok açık. Tüm olanların umurunda bile olmadığı, bizim aksimize bunları yaşamayı çokça hak eden "çoğunluğun" aksine...
Hadi başlayalım. 






Tür : Okul, Spor, Komedi, Shounen 
Yıl : 2012
Bölüm Sayısı : 2 x 25
Puanım : 9/10
Konu : Teikou Orta Okulu'nun efsanevi basketbol takımı, bütün takımları yenmesi ve kupaları almasıyla "Mucizeler Takımı"ünvanıyla ün salmıştır. Orta okulun bitmesi ve lisenin başlamasıyla ise takım dağılmış, takımın her bir üyesi farklı liseye gitmiştir.

Bu takımın bir üyesi olan Tetsuya Kuroko da Seirin Lisesi'nde okumaya başlamıştır. Burada basketbol takımına giren Kuroko Mucizeler Takımı'nın üyesi olmasına rağmen oyundaki yeteneksizliğiyle herkesi şaşırtır.
Fakat, Kuroko'nun esrarengiz yeteneği onu müthiş bir takım oyuncusu yapmaktadır. Takımın diğer bir yetenekli oyuncusu olan Taiga Kagami ile beraber, diğer takımlara üstün gelerek en iyi olmayı amaçlayacaklardır. (Turk Anime)



En soldaki Kagami, kalanı "Mucizeler Takımı" dedikleri basketbol dahileri.

Kuroko No Basket izlediğim ilk spor animesi. Bir de yüzme sporunun işlendiği Free vardı gerçi fakat tarzları çok farklıydı, Free'de Kuroko'daki kadar adrenalin yoktu.
Bu yüzden bu kadar yoğun şekilde sporun işlendiği bir animeye "acaba sever miyim?"ön yargıyla başladım. Zaten Kuroko'nun bunca övülmesine rağmen hep arkaya atmamın sebebi de buydu.

Yukarıda anlatıldığı üzere mucize takımdan as karakterimiz Kuroko basketbol dünyasında herkesi şaşırtacak teknik yeteneklere sahiptir. Diğerleri gibi uzun boyu, isabetli şutları olmasa da o mükemmel bir pasördür. Attığı über isabetli paslar ile zaten hali hazırda bir sayı makinesi olan takımın yıldız oyuncusu Kagamiyi daha da yukarıya taşır.
Bu yüzden onun yeteneğini görene kadar herkes sessiz biri olmasının da etkisiyle Kurokoyu etkisiz eleman zanneder.

Kuroko'nun Seirin'e geldiği gibi efsane beşlinin diğer üyeleri de başka liselere dağılmıştır.
Konumuz da aslen bu altılının girdikleri takımları yukarı taşıma çabası altında aralarındaki rekabet ve ne kadar iyi olduklarını kanıtlama yarışlarıdır.



Kuroko'nun sevimliliğiyle söze başlamak istiyorum. Öyle bir karakter yapmışlar ki böyle sessiz, naif, uysal iken damarına basılınca turbo tuşuna basılmış gibi hızlıca ilk izleniminizi yerle bir edebiliyor. Mavi saçları ve bakışlarıyla peluş oyuncaklar gibi Kuroko (^_^) 
Tabi anime de Kuroko'nun bu özelliklerinden olabildiğince faydalanıyor.
Seiyuu seçimi ise tam anlamıyla bu tabloya son vuruşu yapıyor karaktere. Çok başarılı.




Kısa sürede animenin en sevdiğim karakteri olan Kuroko'nun dışında bütün elemanların kendine has ilgi çekici bir özelliği var. Hepsini anlatmak isterdim ama çok uzar. Kısaca hangisini en çok seveceğinizi şaşırabilirsiniz diyebilirim. Bu da her başarılı dizi ve animenin anahtarıdır zaten. Hiçbir yapım tek bir başarılı karakter üzerinden yürümez. 
Uzatmadan söylüyorum ki Kuroko No Basket tereddütsüz tavsiye edebileceğim nefis bir anime. Heyecan ve komedinin bir an olsun eksilmediği, hem heyecandan "bir bölüm daha" hastalığına yakalanıp hem de gülmekten gözünüzden yaş getirecek çok başarılı bir yapım. En çok güldüğüm sahnelerden birini şuraya yükledim.

Bütün bunların dışında normal bir basketbol maçını izlerken alamayacağınız keyfi alıyorsunuz maçları izlerken. Çünkü hiçbir gerçeklikte öyle nefis paslar atılmaz, insanlar saniyeler boyunca havada kalamaz, fizik kurallarına aykırı şekilde top çalamaz veya o kadar yükseğe zıplayıp potayı direğinden kıramaz :D

E animelere aşık eden de hem fiziksel, hem duygusal manada gerçekliği alt üst etmeleri değil mi zaten? :)
İzleyiniz.





Tür : Josei, Komedi, Slice of Life
Yıl : 2011
Bölüm Sayısı : 11+
Puanım : 7/10

Konu : 
Uzun zaman sonra, cenaze için dedesinin evine giden, 30 yaşındaki bekar Daikichi, dedesinin genç bir kadından evlilik dışı bir çocuğu olduğunu öğrenir. 

Ailenin geri kalanı bu durum yüzünden zaten şoktadır ve aynı zamanda utanmaktadırlar. 
Hiçbiri, annesi kayıp olan ve yetim kalmış bu sessiz çocuğu, yani Rin’i evinde istememektedir. 

Bu durum karşısında birden parlayan Daikichi ise, ani bir kararla ona bakmayı kabullenir. Fakat, kendisi fazla gelişmiş ergen olan Daikichi, Rin’in içe kapanıklığına bir son verecek midir? Ve bu durum Daikichi’nin aşk hayatını nasıl etkileyecektir? (Türk Anime)



Usagi Drop'u izlerken aklıma hemen Aishiteruze Baby geldi. Onda da aynı duyguları hissetmiştim. Zaten türünün Josei olması dolayısıyla epeyce sevimlilik ve duygusallık barındıran bir anime Usagi Drop.
İlk ilgi çeken yanı gerçekçi çizimleri. Her animede olduğu gibi koca gözlü sıradan karakterler yok. Her bir duygunun mimiklere yansıması enfes. Keza mekanlardaki detaylar da çok iyi. Bir masal diyarının içinde gibi hissettiriyor. Mangakası Yumi Unita çizimlerini mutlaka araştıracağım.

Benim gibi çocuklarla arası pek iyi olmayan birine bile "olsa da sevsek" duygusunu yaşattı Usagi Drop.

Şikayetçi olduğum tek yanı ise çoğu animede olduğu gibi kötü final. Kötü derken kötü bir olaydan değil belirsizlikten bahsediyorum. 

Sadece Rin'in şirinliklerini seyreylemek için bile izlenebilir. Hele ki kızınca şu kaşlarını birleştirip burgu yapmaları sevimlilikte yeni bir boyut (^_^)
Ama çizimleri dışında ısrarla tavsiye edeceğim bir yapım değil maalesef.


















Tür : Macera, Fantastik, Aksiyon, Romantizm, Gizem
Yıl : 2009
Bölüm Sayısı : 25
Puanım : 6/10

Konu : 
Hikâye Tokyo'nun Ikebukuro mahallesinde geçen "kaçık bir gençliğin 
fantastik romantizmini" anlatır.
Notlar:Baccano!'nun yazarı Ryohgo Narita'nın bir başka 
light-novel serisi olan Dhurarara!!'nın, başlayacak olan yeni anime 
uyarlamasıdır. 
(Türk Anime)




Durarara tam anlamıyla "kişiye özel" bir anime. Anime zevkini çok iyi tanıdığınız birinin bile sevip sevmeyeceğini kestirmeniz çok zor. Bu belirsizlik türk animeye bile yansımış olacak ki,  konusunu düzgün açıkla(ya)mamışlar. Kısaca bahsetmem gerekirse aynı mahalleyi parsellemiş bir çok farklı çetenin aralarındaki savaşı ve geçmişe dayanan bağlarını anlatıyor diyebilirim.
Animenin kendine çeken ilk özelliği fantastik diyebileceğimiz karakterleri.
Ikebukuro'nun en güçlü adamı diye tabir edilen Shizuo'nun en ufak şeye sinirlenip mahalleyi yerle bir etmesi,
Her taşında altından çıkmayı başaran, neredeyse tüm olaylarla bağlantılı Izaya'nın kurnazlığı,
Dullahan denilen türe ait olan ve Ikebukuro'da "Başsız sürücü" diye bilinen Celty'nin kaybettiği başını arama hikayesi,
Ve son olarak bu kadar fantastik karakterler arasında çok sıradan gibi görünen ama hiç de öyle olmadığına şahitlik edeceğimiz 3 lise öğrencisi : Mikado, Masaomi ve Anri.



Hikaye ya da hikayelerimiz bu beşinin etrafında dönse de yan karakterler dahi en az onlar kadar izlenesi.
Zaman zaman uzun süren diyaloglardan çok sıkıldım fakat özellikle Izaya ve Shizuo'nun düşmanlığı tekrar bağladı animeye. Türlerin arasına Gizem'i ben ekledim çünkü aklımızda bıraktığı sorular ve animeye genel olarak hakim olan karanlık havasıyla kesinlikle Gizem türüne de giriyor Durarara.

Izaya ve Shizuo

2. sezon gelecek ve onu da izleyeceğim fakat sebebinin çoğunlukla Izaya ve Shizuo olduğunu itiraf etmem gerek. Başta da dediğim gibi severseniz ya da sevmezsiniz tam kestiremem fakat uzun diyaloglardan sıkılmayanlar, ilginç karakterler ve gizem türü sevenler mutlaka izlesin derim. 
Bana göre en başta anlatımının diğerlerinden farklı olması dolayısıyla izlenesi bir anime Durarara.




Tür : Aksiyon, Macera, Shounen
Yıl : 2014
Bölüm Sayısı : 12
Puanım : 9/10

Konu : Dünya üzerinde insanların dileklerini gerçekleştirmek üzere bulunan bir çok tanrı vardır. Yato'da bunların arasında belki de en tahmin edilemez olanıdır. Çünkü Tanrı Yato'nun tek derdi 5 yen karşılığı yapacağı bir iş daha bulup, biriktirdiği parayla bir tapınak ve yardımcılar almaktır. 
Bir gün Hiyori İki adında bir lise öğrencisi Yato'ya tam araba çarpacakken onu kurtarır fakat bu Hiyori'ye hayatının geri kalanını yarı ayakashi olarak geçirmesine bedel olur. 
Hiyori'nin Yato'nun tanrı olduğunu öğrendikten sonraki ilk dileği onu eski haline çevirmesi olur. 
Peki ekonomik tanrı Yato bunu yapabilecek midir?


Meşhur Noragami'de sıra. 
Sanırım son dönem animeleri içinde orada burada en çok yorumlanan anime Noragami'dir. Zaten ben de bunun merakına dayanamayarak biraz öne aldım izlemeyi.
İyiki de almışım. Her yönüyle tadı damağımda kalan müthiş keyifli bir anime Noragami!

Aslında arka planda çok ciddi sorunlar ve yaralı bir geçmiş saklamasına rağmen sürekli gülen, insanları mutlu eden sevimli karakterlere bayılıyorum. Sadece 5 yen'e çalışan, iş bulabilmek için bulduğu her duvara numarasını yazan, hem ekonomik hem de evlere servis biricik Tanrımız Yato'da aynen böyle bir karakter. Yeri gelince en şebek, yeri gelince en karizmatik olmayı çok iyi beceriyor. 
Onun tipine bakarak yargılar ve ciddiye almazsanız savaşmaya başladığı anda çok fena dumur olabilirsiniz zira kendisi "felaket tanrısı".


Ayakashi tanımlaması ise ölmüş kişilerin ruhlarına verilen isim. İyisi de var kötüsü de. Tanrılar da genellikle insanların aklını kötü düşüncelerle çelmeye çalışan karanlık ayakashilerle savaşıyor zaten.
Animede tanrıların temiz ruhlardan oluşan ve kutsal alet adını verdikleri silahları var. Bu yerine göre bir hayvan, bir kılıç veya savaşırken yardımcı olacak her hangi bir araç olabiliyor. 
Yato'nun kutsal aleti ise Yukine. Savaşırken kılıç oluyor.
Yukineyle tanışır tanışmaz aşık oldum. Nasıl masum, nasıl sevimli bir karakter oluşturmuşlar tam fan girl'lük.
Yato onunla ayakashi formundayken karşılaşıp himayesine alıyor ve kutsal aleti yapıyor. Yukine'de doğal olarak öldükten sonra neden geri döndüğünün anlayamadığı için içine kapanık ve isyankar bir ruh haline bürünüyor ilk başta. Aralarındaki bağın oluşması içinse epey zorlu bir sınavdan geçiyorlar :)



Son olarak hikayemizi başlatan karakter Hiyori Iki'ye gelirsek en başta onun bunca manyak arasına düşen talihsiz bir lise öğrencisi olduğunu söyleyebiliriz :D
 Bir gün arkadaşlarıyla yolda giderken bir kediyi yakalamak için yolun ortasına atlayan Yato'yu görüyor ve tam Yato'ya kamyon çarpacakken onu kurtarmak için kaldırıma itip kendisi atlıyor kamyonun önüne. Fakat bu esnada bedeni ile ruhu ölümün eşiğinden döndüğü için ayrılıyor. Bu olaydan sonra Hiyori belirsiz zamanlarda, kendisinin kontrolü dışında ruhunun bedeninden ayrıldığı bir yarı ayakashi olarak devam etmek zorunda kalıyor yaşamına.
Yato'nun tanrı olduğunu öğrendikten sonraki ilk dileği ise onu normale döndürmesi oluyor. Yato'nun bunun başarıp başaramadığını ise izleyin görün :)


Animenin yarım bıraktığı çok şey var. Yukine'nin ve Yato'nun ısrarla merak ettirdikleri halde pek açıklamadıkları geçmişi bunların ilk sırasında.  2. sezonun gelip gelmeyeceği belli değil ama bunca şey yarımken mutlaka gelmeli diye düşünüyorum ki konu itibariyle uzatılmaya çok müsait Noragami.
Son olarak beni heyecanlandıran müziklerine değinmek istiyorum.
Noragaminin soundtrack'i belli ki çok özenilerek hazırlanmış. Özellikle savaş sahneleri müzikler sayesinde hiç bitmesin istiyorsunuz.


Animenin spoiler vermek istemediğim için bahsetmeyeceğim en karizmatik karakterlerinden Rabo'nun bu maskesini ilk gördüğüm andan beri yapmayı aklıma koydum. Eğlencesine bir kaç fotoğraf çekip cosplay yapan birine yollarım sanırım.
Rabo ve Yato'nun Noragami'de müzik kullanımının da altını çizecek o nefis sahnesini şuraya yükledim.

Bir de işin hayran olunası bir seiyuu kısmı var ki orada sözü çok sevdiğim Tırt Blog'a bırakıyorum. Meraklıları şuradaki postu okuyup seslerin diğer animelerde kiminle eşleştiğine bakabilir.


Bazı animeler sizi daha ilk saniyesinden yakalar ve daha 2. bölümde "eyvah bitecek" paniği başlar. Boş bölümü yoktur. Ama eksik ama fazla her bölümde neredeyse aynı keyfi alırsınız.
Böyle "joker" animelere her zaman rastlanmaz.
Noragami ise her yönüyle bu tanımlamayı en çok hak eden animelerden biri.
Mutlaka izleyin.




:D



Tür : Süper Güçler, Slice of Life
Yıl : 2013
Bölüm Sayısı : 12
Puanım : 7/10

Konu : 
Akihito Kanbara karanlık fantazilerin izlediği ikinci sınıf lise öğrencisidir, her ne kadar insan gibi görünse de yarı Youmu'dur ve yaralansa dahi incinmez, çünkü hemen kendini iyileştirebiliyordur. Günün birinde, Akihito çatı katından atlamaya yeltenen Mirai Kuriyama ile karşılaşır. Mirai kanını manipüle etmesi yüzünden yapayalnızdır ve ruhlar dünyasındakilerin arasında eşi benzeri olmayan biridir. Akihito, Mirai'yi kurtardıktan sonra garip olaylar başlar. (Türk Anime)


Kyoukai No Kanata uzun süredir nerede duysam öve öve bitirelemeyen bir animeydi. Bu yüzden çok büyük umutlarla başladım fakat maalesef hayalimdeki gibi değildi.
Diyalogları çok zayıftı, bu da o hayran olunan ve anlatmakla bitirelemeyen aşkın etkisinin azalttı, yok etti.
Ana karakterin sevimliliğine diyecek yoktu fakat en azından bir kaç duygusal sahne ekleselerdi veya bunu diyaloglarla verebilselerdi çok daha severdim eminim.

Oysaki konusu aynı Noragami gibi işlenmeye çok müsaitti, ilgi çekiciydi. Noragami'deki Ayakashiler Kyoukai'de Youmu olarak karşımızdaydı. Aynı oradaki gibi Youmu'ların iyisi, kötüsü vardı.
Ana karakterimiz Mirai'de kanını aynı zamanda silahı olarak kullanan bir youmu avcısı. Esas oğlan Akihito'da yarı youmu olduğu için aşk ve düşmanlık ekseninde olaylar gelişiyor. Gelişiyor da nasıl gelişiyor? Karmakarışık, aceleci ve duygusuz şekilde maalesef... Animenin en eleştirdiğim kısmı da kurgusu oluyor bu yüzden.

Kyoukai'nin stüdyosu Hyouka ile aynı : Kyoto Animation. Ben Hyouka'da olduğu gibi buna da ısınamadım. Anlamıyorum bu kadar mükemmel çizimler neden bende bu kadar duygu eksikliği hissettiriyor.
Kyoto Animation'ın bir tek Free'sini sevmişim. Tamako Market'i ve K-on!'u merak ediyordum, şimdi izlesem mi diye düşünmeye başladım.





Bu kadar yerdiğime göre övülesi kısımlarına gelebilirim sanırım. Kyoukai No Kanata çok çok az animede gördüğüm bir animasyon kalitesine sahip. Savaş sahnelerinden gözünüzü ayıramıyorsunuz, tek kelimeyle kusursuz.
Karakter kıyafetlerinin detayları da ilgimi çeken kısımlardan oldu. Çoğu animede gördüğümüz tek tip tek renk kıyafetler yoktu. Her karakterin kişiliğine uygun kıyafetleri vardı.
Hele ki esas kızımız Mirai'nin hırkası beni benden aldı sevimliliğiyle :)

2. sezon gelecek olsa onu izleme sebebim yine bunlar olur. O kadar sevdiriyor kendini bu detaylar,7 puan vermemin sebebi de işin teknik kısmı zaten. 


Bu kadarcık :3
Bu sefer yarım bıraktığım hiç olmadı ne mutlu ki. Yarım bırakınca sinirim bozuluyor bitirmek istiyorum ama aşırı sıkıldığım için devam edemiyorum böyle bir iğrenç arada kalmışlık. Neyse ki olmadı bu sefer.

Vee nihayet Gintama'ya başladım! (aşırı mutlu smiley)


One Piece, Bleach, Naruto ve Gintama dörtlüsünden birine başlamak benim için mucize gibi. 

An itibariyle 30. bölümdeyim ve izlediğim bir onca anime serisinin hiçbirinde bu kadar gülmedim!
Meğer animelerde komedinin el kitabı Gintama'nın içinde saklıymış da haberim yokmuş. Nasıl şahane insanların elinden çıktıysa artık her bir bölümde "işte ben bu yüzden animeleri seviyorum" dedirtecek kadar harika bir tarzı var Gintama'nın. Turk animede bu kadar az beğeni alması inanılır gibi değil. 

Neyse ki önümde uzayıp giden 265 bölüm var rahatlığıyla über mutlu günler geçiriyorum kendisiyle.
Bu aralar animeye biraz ara verdiğim için de acele etmeden, hatta çok sevdiğim sahneleri tekrar ede ede, otobüslerde rezil ola ola, geceleri sevgili eşimi (güya) gülmemeye çalışırken çıkardığım seslerle uyandıra uyandıra izliyorum. 
Tek üzüntüm diğer anime ve şovlara yaptığı sayısız göndermenin çoğunu anlayamıyor olmam. 
Gintoki'nin bir bakışından akan sayısız duyguya koca bir Kyoukai No Kanata serisini kurban edebilirim :)

Mutlu ve renkli kalın!

Son olarak çok sevdiğim Noragami açılışını buraya bırakarak kaçıyorum.
Sevgiler!

Sorgulayana Mektup

$
0
0
Hayatın anlamını hiç sorguladınız mı?
Ne saçma soru oldu değil mi? Acaba bir kez olsun sorgulamayanımız var mıdır?

Eğer var ise, ne kadar şanslı olduğunu mutlaka bilmeli! Çünkü sorgulayanların çoğu mutsuz.
Hayatın tek bir anlamı olmadığından, yani cevabın her daim şaibeli olduğunu kavrayamadıklarından geliyor bu mutsuzluk. Kime göre, neye göre kavramı devreye giriyor hemen hemen çoğu konuda olduğu gibi.
Ama hayatımızı ve duygularımızı belli şekillere büründürmeyi sevdiğimizden o şekle uymayan hayatımız ve düşüncelerimizle mutsuz oluyoruz.

Peki ne zaman başlıyor anlam arayışımız?

Kimi sadece ergenlikten sonraki bir kaç yıl boyunca arar hayatın anlamını, sonra bıkar ve sıradanlığa  bırakır kendini. Eğitim-iş-evlilik-çocuk-emeklilik çizgisini bozmadan ölür gider.

Kimisi için anne-baba olmaktır hayatın anlamı. Böyle gelmiş böyle gider mantığıyla değil, gerçekten anne ve baba olarak doğmuştur sanki, hep bunu istemiştir. "Hayatta daha büyük bir mutluluk tadamazsın" derler.

Kimi dininde bulur, kimi aşkta, kimi işinde, kimi bir idealde, bir görüşte, maddiyatta, ün'de, güç'te bulur.

Peki yaşadığımız hayatlara hali hazırda bulmayı beklediğimiz bir anlam kılıfı giydirmek ne kadar doğru?
Ya da şöyle diyeyim; bir anlamı olmadan hayatlarımız yaşanmaz hale mi gelir?


Bana göre hayatın mutlak bir anlamı yok.
Depresif açıdan söylemiyorum, gerçekten.

Saçma sapan bir düzende, laboratuvar faresi gibi bize öğretilmiş hayatları yaşıyoruz.
Doğ, sana sorulmadan oluşturulan belli bir düzenin ve dinin içinde, belli bir kafa yapısıyla büyü, istemesen de doğduğun yerden, içinde büyüdüğün kültürden etkilen, ezberlenmiş kelimelerle oku, yarış atı gibi hep başkalarıyla yarış, senden zenginlere kölelik etmek için yıllarca kıçını yırt.
Ne kadar tanıdık bu cümleler değil mi?
Bu güne kadar sayısız kişi dile getirdi hayatın aynılığının ne kadar korkunç olduğunu...

Sonra birazcık şanslıysan aşk'ı bulur ve bu saçmalığa katlanırsın.
Hayatı yaşanılır kılan tek şey aşk bana göre.

Tabi bu herkese göre değişir.

Kimisi cennet rüyasıyla hayata tutunuyor ki onlar en şanslıları. Çünkü bu dünyaya en büyük anlamı onlar yüklüyor. "Sınav dünyası" diyerek başına ne gelirse gelsin ağır, saçma, komik gelmiyor.
"Ne bok yiyorum ben burada, bu nasıl hayat" diye sormaya gerek kalmıyor o mantıkla.
Allaha sığınıyor, dua ediyor ve rahatlıyor.
Ne güzel bir lüks değil mi? Kıskanıyorum çoğu zaman…
Onlardan biriysen eğer, gerçekten bu dünyanın sonunda bir ödül ya da ceza olduğuna inanıyorsan işte bu duyguya sığın. Bu çok güvenli ve güzel bir duygu.
İnanırsan duaların hepsi büyülü. Maalesef bu duygu bende mevcut değil, ama olmasını çok isterdim.

Ya da diğer seçenek, benim gibi hayatta güzel ulan milyonlarca ufak detayı bir araya toplayıp bir ışık tutmaya çalışanlar var hayatına;

Aşkın bir sürü güzel anıdan oluşan beyaz tarafı,
Her şeyi unutturan binlerce nota kombini,
Masum, ufacık bir kedinin bakışı,
Sana günaydın diyen yabancı biri,
En saçma şeylere bile kahkahayla gülen bir çocuk,
Şarkı söylemek, dans etmek, sayfalarca yazmak...
Başkalarının yaşamlarına misafir olmak,
Gün batımını - doğumunu izlemek,
Yaz akşamı, kış sabahı, sohbahar hüznü, ilkbahar neşesi,
Geleceğe geçmişten fotoğraflarla bir iz bırakmak,
Ağlamak,
Sınırsız hayal gücü ve daha bir çoğu....



Hayatı yaşanılır kılan binlerce minik detay! Yetse de yetmese de bir araya toplamaya uğraşmak bile keyifli.

Bunları öyle özenle saklayıp dolduruyorum ki kalbime. Hayata biraz daha renk, biraz daha keyif katması için her yerde, her an arıyorum onları.
Bundandır bu denli hayalperest oluşum.
Bu dünyanın binlerce acı çeken insan çığlığıyla dönen bir makine olduğu gerçeğini, bulmaya ve bir araya getirmeye çalıştığım "anlamın" aslında bir yalandan ibaret olduğunu bana hatırlatmalarını istemiyorum hiç.



Aslında hepimiz o kadar yorgun ve bıkkınız ki artık ne aşkımız istediğimiz gibi, ne hayatımız, ne sevincimiz, ne hüznümüz. Bütün duygularımızı lime lime eden bir çağdayız. Bütün depresyonlarımızın sebebi  tam da bu. Çalışıyoruz,koşturuyoruz, hep telaşlıyız, hep geç kalıyoruz.
Hiç yetmiyor 24 saat ve biz hep birazcık dinlenmek  istiyoruz.
Belki bedenimizden daha çok beynimizin içi yorgun.  İçinde bulunduğumuz zaman var olmak için sürekli yenilenmeyi şart koşuyor.

Yeni sözler, yeni bakış açıları, alışmaya zorlanacağımız yeni sistemler.
Bir ışık bulma umuduyla dolu herkes.
Bu yüzden en çok din ve kişisel gelişim kitapları satılıyor.
Bu yüzden son zamanlarda herkesin elinde gördüğüm "allah de ötesini bırak" kitabı ortalama bir dost sohbetinden öteye geçemediği halde bu kadar sevildi.

Mutluluk özgürlük demektir. Biz özgür değiliz ki.
Uymamız gereken toplum kuralları, normal bir hayat sürmek için benzemek zorunda olduğumuz "iyi kadın" , "iyi erkek" profilleri, katlanmak zorunda olduğumuz ama aslında yüzünü bile görmeye tahammül edemediğimiz insanlar... Bunların her biri bir uzvumuza bağlı birer zincir.
Aslında hiçbir hareketimiz bize ait değil. Hepsi öğrenilmiş, öğretilmiş, sistematik ve benzer.
Şimdi bütün bu negatif düşünceleri bırak ve düşün!



Bugün çok kötü hissettin, dünya gözünde hiç de uğruna savaşılacak bir yer değil, zar zor, binbir dille biraz daha oturmaya ikna ettiğin umutların tekrar kalkıp gitmeye hazırlanıyor.
Böyle günlerde insan çevresini 3. bir kişinin gözüyle bakıyormuş gibi görür. Yaşadığı hayat ona ait değilmiş gibi, her bir eşyasına dahi farklı bakar. Sonra bir şekilde düzelir, hayat normale döndürür adamı zorla. Tutunacağı değerleri fark eder bazen, o yüzden düzelir. Bazen de sadece unutur neye bu kadar üzüldüğünü.

Ertesi gün. Bir bakıyorsun çok iyisin, hayat kusursuz çizilmiş bir tablo gibi karşında. Nasıl da aydınlık her yer. Bütün iyi ihtimallerin şansı yüksek, bütün mutluluklar senin olmak için çıldırıyor sanki.
Anlamıyorsun bu gel gitleri.
Bu sefer iyiyi, güzeli, mutlu eden ufacık detayları aramaya başlıyorsun yine,yeni,yeniden.

Demem o ki her insanın gel gitleri var ve hiç biri kalıcı değil. Keşke olsa desek ki hayat böyle tamam çözdüm, bingo! Ama değil.
Bu yüzden hiçbir hayat ve hiçbir kimse bu duygu karmaşasına bir anlam kılıfı giydirmek, daha da üzücüsü genelde "çoğunluğun" belirlediği o kılıfı giydiremedi diye sürekli kendini sorgulayarak mutsuz olmak zorunda değil. 
Hayatın anlamı sen neyi yakıştırırsan o'dur.
Ve illa ki bir anlam yüklemek istersen yaşamına, kalbinden başka kimseye, hiçbir şeye ihtiyacın yoktur.
Ne "toplumun onayladığı" bir eşe, çocuğa veya aileye,
Ne de toplumda saygı görmeni sağlayacak prestijli bir işe.


Yalnız mısın? Mutsuz musun? Çok mu derdin var?
Diyor ya Müşfik Kenter : "Benden de mi çok?"

Herkes senin gibi anlasana. Sürekli hayattan şikayet etmek seni daha da sıradan yapıyor sadece, daha özel değil.
Dün tumblr'da nereden aklıma düştüyse "hüzün" etiketini arattım. Bir sürü karanlık çıktı karşıma.
Hepsi de çığlık çığlığa bir ışık bekliyordu. Acılar yarışıyordu boy boy.
Herkes özeldi, herkes sıradandı.
Birinin ışık yakmasını bekleme yoksa o hüzün denizinde bir dalgadan öteye gidemeyeceksin.
Işığını kendin yak.
Mutsuz olmak bile hayatını cehenneme çevirmek için bir sebep değil.
Mutsuzken de keyif alabilir insan yaşamaktan. Yeter ki senin dünyanı neyin aydınlattığını bul.

Hayat sana minicik  bir değer dahi verdiyse tutunacak, onu bir sebep say yaşamaya.
Vermediyse sen yarat.
Bir kediyle uydun mu hiç mesela? Düşün.
Gün doğumunu izlerken ağladın mı? Ah nasıl güzeldir...
3 saat avare gibi gezindikten sonra derin bir uykuya daldın mı?
Hayal kurdun mu ucu bucağını görmeden. O hayale yürekten inanıp aptal gibi gülümsedin mi kalabalıklar arasında?
Yaz akşamı karanlığı seyrettin mi hiç kutsal bir sessizlikle?
Dostum dediğin biriyle çok sevdiğiniz bir şarkıyı söyledin mi hiç rüzgarın kucağında? Ya da artık sadece hayaliyle. İnan o bile güzel... Bak bir sürü mutluluk sebebi, sen istersen tabi.



En nefret ettiğim teselli cümlelerinden biri "bak daha kötü hayatlar da var" cümlesidir. Çünkü başkalarını acılarına bakıp mutlu olmak iğrenç gelir.
Her zaman senden daha iyisi ve daha kötüsü olacaktır. Bunları tartıya koyup mutluluk çıkarmaya çalışmak anlamsız.
Sadece sendekinin seni ne kadar mutlu ettiğini düşünmelisin.
Ölçütsüz, kıyaslamasız.
"Ben mutlu olmayı hak ediyorum" cümlesine yürekten inanacak kadar sevmelisin bütün hatalarını ve kusurlarını.

Ama hüzün kapına kadar gelince de, onu geri çevirmemelisin. O en kıymetli, en "dost" misafir.
Yeri gelince o kapıyı da açmalı.
Özlem giderip eski dostla, uğurlamalısın adabınca...




Yine, yeniden...
Her yere yakışıyorsun şarkı!
 Her zerreme, her duyguma...

Sevgiler!

En Orijinal İntikam : La Piel Que Habito (İçinde Yaşadığım Deri) (2011)

$
0
0
La Piel Que Habito, çook uzun zaman önce izlediğim, bloğa yazısını yazmadığımı bu akşam bir yerde adına denk gelince farkettiğim bir film.

Başrollerini Antonio Banderas ve Elena Anaya'nın paylaştığı filmin yönetmeni ise Pedro Almodovar.

İngilizce çevirisiyle The Skin I Live In, Thierry Jonquet'in Tarantula isimli romanında uyarlama bir psikolojik gerilim filmi. Cannes dahil bir çok film festivalinde en iyi film adaylıklarına, ingilizce olmayan filmler dalında BAFTA En İyi Film Ödülüne ve yabancı dildeki filmler dalında Satellite Ödülü'ne sahip.

Benim için en orijinal senaryolar arasında çok rahat ilk 5'e girebilecek olan filmde, kızına tecavüz eden adamdan intikam almak isteyen saplantılı bir plastik cerrahın hikayesini izliyoruz.


Imdb Puanı : 7.6 

Tür : Psikolojik gerilim
Süre : 120 dk.
Oyuncular : Antonio Banderas, Elena Anaya, Marisa Paredes

Dr Robert Ledgard (Antonio Banderas) bir trafik kazasında vücudu tamamen yanan eşine yeni bir deri üretmek için 12 yıl boyunca çalışır, hatta başarır fakat eşi yanmış vücudunu aynada gördüğünde intihar eder, yani onun için artık çok geçtir.
Annesinin ölümüne şahit olup, ağır bir travma yaşayan küçük kızları Norma içine kapanık biri haline gelir.
Babasının bu haline üzülmesi ve onu daha sosyal biri yapmak için verdiği partilerin birinde Norma tecavüze uğrar.
Zaten eşinin ölümüyle hayli sarsılmış olan Dr. Robert, kızına tecavüz eden adamdan intikam almayı aklına koyar. İntikam alma şekli ise filmi bu kadar ilginç yapacak olan bir dizi cinsiyet değiştirme operasyonundan ibarettir.
6 yıl ve uzun uğraşlar sonucunda Norma'nın tecavüzcüsü, artık her anlamda bir kadındır.


Gördüğünüz üzere konu merak edilmeyecek gibi değil. Senaryonun orijinalliğiyle aklımda yer etmiş olan filmin aklımda daha çok yer eden tek kısmı ise bu güzelim senaryoyu nasıl hiç ettikleri.

Eleştirilerimi sıralamadan önce söylemeliyim ki bu film öncelikle aklın sınırlarını zorlayan bir cinsiyet değiştirme hikayesi, sonrasında sorunlu bir plastik cerrahın insan arzularının ne kadar öngörülemez olduğunu gösteren saplantılarını Antanio Banderas'ın iyi oyunculuğu eşliğinde başarıyla anlattığı için bile izlenmeye değer, çok ilginç bir film.
Özellikle benim gibi psikolojik gerilim türüne ilgi duyan biriyseniz kaçırmayın derim.
Psikolojik gerilim türü benim yaklaşmaktan korktuğum halde merakıma ve ilgime yenilerek izlediğim bir tür. Bu filmde de gördüğümüz üzere psikolojik gerilim filmleri genelde insanın kolay kolay etkisinden çıkamayacağı, sarsıcı sahneler barındırırlar. La Piel Que Habito'da bunun başarılı bir örneği.

Belirtmeden geçemeyeceğim ki film biz izleyicilerin pek sevdiği ters köşe finale sahip. Çok da tahmin edilemez değil fakat en azından final, filmin başarılı şekilde işlediği psikolojik sürece yakışır şekilde bize sunuluyor.
Olanlardan dolayı zaten dumurdan dumura koşarken böyle bir final haliyle filmin aklımızda daha çok yer etmesini sağlıyor.


Senaryoyu hiç etmek tabiri ağır kaçmış olabilir. Ben bazı mantık hatalarına çok kızdığım için öyle düşündüm.
Dr. Robert açısından bakarsak sonuçta bu insan psikolojisini irdeleyen bir film ve filmimizin başrolünde de pek de normal olmayan bir plastik cerrah var. Hal böyleyken mantık aramak da ne kadar doğru tartışılır. Böyle bir karakterin her yöne sapıp, her tezatlığı yaşatması olası görünüyor çünkü tekrar bir düşününce.
Yine de orijinalliğiyle hayran bırakan bir konunun hak edeceği şekilde, bizde de intikam isteği oluşturacak bir derinlik  ve "vay be ne intikamdı" dedirtecek bir son görmek isterdim.

Bunun dışında doğallığı, estetiği ve bunları yaşayan birinin olması gerektiği gibi ürkek ve korkak hallerini çok iyi yansıtmasıyla Elena Anaya'yı tanımak bile başlı başına çok keyifliydi. Kendisini ara ara Natalie Portman'a benzettim.
Çok gereksiz bir detay ama aynı zamanda Antonio Bandreas'ın yaşlandığını ilk farkettiğim filmdir :)



Canımı sıkan noktaları spoiler vermeden açıklayamayacağım için spoiler ibaresi arasındakileri izlemeyenler okumasa iyi olur.


---spoiler----
-Bize o Robert'ın kardeşi pis herifin tecavüzünü dakikalarca izlettirdiler manasız yere, ama filmin asıl odak noktası olan tecavüzün tecavüz olduğunu anlamadık bile. kız bilerek gitti sevişti, sonradan bir şekilde korktu ve bağırmaya başladı, çocuk o anda zaten durdu ve ağzını kapattı biri duymasın diye, elini ısırınca da tokatladı o acıyla. kendisi bile kızın bayılmasından korktu, elbisesini filan düzeltti gitmeden önce. madem filmin ham maddesi intikam, diğer iğrenç sahne gibi bir tecavüz olsaydı biz de işte budur derdik, nefret ederdik.

- Bu Robert'ın kardeşi neden girdi ki filme? Ne kattı? 

- Marilia 6 yıl vera ile kaldı da hiç mi kaçırıldığını söylemedi bu çocuk, veya bu kadın 6 sene ne hastasıymış bu diye hiç mi sorgulamadı. Robert ile sonradan sevgili olmalarını da gayet doğal karşıladı. Garip.

- Marilia Robert'ın eski karısının intihar ederken hissettiklerini ve yaşadıklarını nereden bildi, nasıl hiç güvenmediği birine Robert'a bile anlatmadığı sırlarını anlattı?

- Ve gelelim en büyük saçmalığa, Sen kızının intikamı için böyle bir işe girişiyorsun, o heriften nefret ediyorsun, sonra ona aşık oluyorsun öyle mi? Sen ne şuursuz, ne bilinçsiz, ne mal bir herifsin. 
Zaten mallığın bir gün önce tecavüze uğramış biriyle ilişkiye girmek istemenden belli.



---spoiler----


Tüm zamanların en iyi intikam filmi olacakken ziyan edildiğini düşündüğüm film için gerekçelerim böyle.
Yine de dediğim gibi, mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.

Önümüzdeki film postunda büyük ihtimal Womb'u da yazacağım. Bu kadar karmaşık duygular hissettirip, adını aklıma kazıyan bir filmi şimdiye kadar yazmamış olmam da garip zaten.
Bir de nihayet Harry Potter serisine başladım. Hala inanamıyorum, nihayet!
Darısı Star Wars'a diyor ve filmin trailer + teaserını bırakarak kaçıyorum.

İyi geceler!







80'ler Kutusu / France Gall - Ella Elle L'a (1987)

$
0
0
Sevilesi cumartesi sabahından herkese günaydın!
Bundan sonra her cumartesi sabahına bir şarkı ithaf edeceğim. Haftanın en sevdiğim günü ve saati!

Her hayalperestin dinlerken mutluluktan gülümsemesine engel olamadığı şarkıları mutlaka vardır.
İşte benim "o"şarkılarımdan biri de France Gall'in 1987'de yorumladığı Ella Elle L'a isimli bu parçası.
Fransızca şarkıların büyüsünün en başarılı temsilcilerinden olduğunu düşündüğüm şarkıyı cumartesi mutluluğuna çok yakıştırdım.
Hadi dinleyelim.








Dün akşam işten eve dönerken sığınacak bir yer bulamadan yolun ortasında yakalandığım Ankara'daki dolu yağışına umarım hiçbiriniz yakalanmamışsınızdır.
Ben hayatımda böyle bir korku yaşadığımı çok az hatırlıyorum. Kafama yediğim bezelye iriliğindeki dolular yüzünden beynim kendini hizmete kapatmış olacak ki ben o anda hortum filan çıktı zannettim, rüzgardan yere düştüm çok komikti :D 
Herkes korna çalıyor gel gir diye, dükkanlardan bağırıyorlar ama ben hem rüzgardan hareket edemiyorum, hem de gözümü 1 saniyeden fazla açık tutamıyorum. 
Sonra tutuna tutuna Mc Donalds'a sığındım. "Göremiyorum" diye ince bir ses çıkardım önce gözlerimi açmaya çalışırken. 
Gözümü açtığımda ise kapıdaki 6 çalışan ve bir sürü müşteri Halka filminden fırlamışa benzeyen bu sırılsıklam kıza bakıyordu :v 
Tam komedi filminden fırlama bir sahne yaşadım anlayacağınız. 
O halde 1 saatlik yol geldim. Umarım hasta olmam.

İyi dinlemeler, mutlu hafta sonları efendim (çok mutlu smiley)

Pontistagram #2

$
0
0
Karaktersiz salı'dan günaydın!
Pontistagram'ın 2. postu ile buradayım. Fotoğraflar, hikayeler, anılar birikti.
Hadi başlayalım.


Sarı oje renginin aykırılığı nedeniyle çok sık kullanamadığım fakat çok sevdiğim bir oje. Aykırı derken canlılığından bahsetmiyorum. Çiğ durmaması için doğru kombinlemek gerekiyor o kadar.
O gün her sabah olduğu gibi greyfurt suyumu hazırlarken (mevsimi bitti :( )elime aldığım yarısı gözüme öyle nefis gözüktü ki hemen çektim. Sarı ve turuncu!
Renklerin etkisine o kadar inanıyorum ki. En kötü anınızda bile üstünüzde, tırnağınızda bulunan canlı bir renk size moral verecektir. En moralsiz zamanınızda mutlaka rengarenk ojeler sürün. Tabi bu tavsiye bayanlar için geçerli.
Kusura bakmayın beyler, siz de renkli tişörtler filan giyin heheh :3


Mat ojeler!
Asaletine resmen aşığım. Bütün renkleri mat haliyle kullanabilirim o kadar seviyorum. 
Tek sorunum biraz narin olmaları. Bir kaç defa elinizi yıkadığınızda bile hemen dökülüyor. Üstüne ya da altına cila sürüldüğünde ise matlığı gidiyor, bir anlamı kalmıyor. 
Flormar'ın bu serisini tamamlayacağım mutlaka.


Terbiyesiz ve havalı çeşitleriyle bir #raifing hikayesi :)
Sevgili blogdaşım Ben Raif  'in #raifing etiketiyle başlattığı nesnelerden surat oluşturma furyasına en hevesle dahil olan bendim sanırım. Yaparken inanılmaz eğleniyorum, siz de mutlaka deneyin :D
Kendisi öyle müthiş #raifing'ler yapıyor ki, görmenizi isterim. Hesabı şurada :



Bahar yeni başladığında en büyük keyfim işe giderken ve eve dönerken yolumun üzerindeki bu ağacı izlemekti bir süre. Bu kadar güzel bir rengin ayaklarıma serilmesi benim gibi bir hayalperesti pek mesut etti tahmin edersiniz ki.
Özellikle sabahları o renklerin arasından yüzüme vuran gün ışığı tam bir motivasyon kaynağı. 
Bahar neden bu kadar çabuk bitiyor ki...


Şapşik kurbağa kolyemin kurbağasını ilk gördüğümde çok heyecanlanmış, hemen tasarımına başlamıştım. 
Gördüğünüz üzere word'de boyut ayarlıyorum.
Sonucu aşağıdaki linkten görebilirsiniz :)



İki yüzlü kolyem ve şebekliklerim. Uzun süredir bu kadar ısındığım bir kolyem olmamıştı (^_^)
Her şeyle takasım var bu aralar. Yazısı şurada:



Bu çizimi ilk kez 1 yıl önce filan görmüştüm. Hala da ne zaman görsem gülümser ve çizerine bir selam yollarım beni bu kadar iyi tarif ettiği için :D
Sevgili çizer, hiç değişmeyelim <3

 

Meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçede geçirdiğim çocukluğumun aklımdaki en somut simgesi işte eriğin bu halidir. Tam olmamış, ama ham da değil. Dayanamaz koparırsın ama sonra da pişman olursun büyümesine izin vermediğin için.
İş yerimin girişinde bulunan erik ağacı da işte bütün o çocuksu sevinci hatırlattı bana yarı-olgun erikleriyle.
Bir avuç topladım eskisi gibi neşeyle, cebime doldurdum. Çok, çok güzel bir andı. 
Bir meyveyi dalından yemeyeli ne kadar uzun zaman olmuştu...


Gintama!
İzleyici ben bağımlı oldum öyle böyle değil. Bütün karakterleriyle, replikleriyle ve absürdlüğüyle Gintama an itibariyle benim için bir fenomen halini aldı.
Mayonez delisi bir karakter var kendimi görüyorum her sahnesinde.
Hele ki şu sahne evde mayonez bitmeye yakınken resmedilmiş halim hahaha :D

 

Yıllaaar önce yaptığım bir diy çalışmasının yeni hali. Büyük haliyle günlük hayatta kombinlemek zor olunca iki parçalı yaptım bir de orjinalini bozmadan.
Nasıl yapıldığını görmek için ilgili post :
http://pontinintakilari.blogspot.com.tr/2012/06/dantel-kupe-kendin-yap.html


Bu aralar pek sevdiğim yeni yüzüğüm. Kendisine ayrı bir post yapmadım nasıl olsa instagram postu yapıyorum diye. Meşhur üçgen zımbalarımı ortaya koydum, etrafına da siyah boncuk geçtim, bence harika oldu. 
Yine aztek esintileri, yine üçgen :3


Ankara perşembe pazarı kombinim :v
Abdi ipekçi parkının orada perşembeleri açılan sosyete pazarını çok seviyorum. Minik defolarıyla kaliteli kumaşa sahip ürünleri komik fiyatlara alabiliyorsunuz.
Tişört : 2.5 tl  /  Kot : 5 tl  /  Ayakkabı : 5 tl

Tişörtün desenini, kotun ise kumaşını çok sevdim. 
Pazar kültürünü seviyorsanız mutlaka uğrayın derim. Özellikle takı standları hem zor bulunan eklem yüzük gibi takıları bulabildiğiniz, hem de çeşit sıkıntısı yaşamayacağınız çok eğlenceli yerler.

Mutlu günler!

Blaineception ve All Of Me

$
0
0
Uyuyamıyorum. Aslında yatsam uyurum ama yatamıyorum çünkü Blaine'in yorumladığı ve o yorumlayana kadar zerre kadar dikkatimi çekmemiş olan bu şarkıyı dinlemeyi bırakamıyorum.

Neden bu eşşek (bilerek 2 ş ile) sıpasının sesi bu kadar güzel ve nasıl bu kadar içten söyleyebiliyor? İnanılmaz.
Hem danslarıyla en neşeli hem de hüznüyle en derin. Blaine içinde Blaine.
Katman katman bu çocuğun yeteneği, bitmiyor.

Siz de dinleyin. (başüstüne paşam)



İyi geceler!

İki Renk Kolye

$
0
0
Merhaba izleyici!
Bu cumartesi hiç cumartesiye benzemiyor nedense. Yağmurdan sanırım insanlarda bir hüzün, bir durgunluk hakim. Sabahtan beri The Smiths dinlemekle ben de çok güzel uyum sağladım bu tabloya.

Harry Potter'ın ilk 2 filminin bende yarattığı hayal kırıklığını + sıkıntıyı tedavi etmek amacıyla siyah tabanı uzun süredir kenarda bekleyen 2 renk kolyemi tamamladım. 
Hadi görelim :)



Boncukları ipe dizip sıralı şekilde yapıştıracaktım ama hiç güzel gelmedi gözüme. Bu serpme haliyle çok daha estetik oldu. Altta her zamanki gibi silikon kullandım. Eğer düşme yaparsa daha güçlü bir malzemeyle tekrar yapıştıracağım.
Siyah kordon ipi, turkuaz ve mercan boncukları şurada anlattığım kızılayda bulduğum minik cennetimden fi tarihinde almıştım. Bunlardan bir tane de yüzük yapmak istiyorum. Renklerine bayılıyorum ♥_♥










Harry Potter demiştim ya başta. Her ne kadar şimdilik benim için sıkıcı gitse de 8 filmi tamamlamayı aklıma koydum. Bunca yıldır merak ettiğim bir filmden öyle kolay vazgeçmek olmaz. (kararlı smiley)

Benim için tek mutluluk verici yanı bazı sahnelerinin çokça ilham verici olması.
 Mesela şu sahneyi görür görmez ayın hallerini gösteren bu şekillerden bir kolye yapmalıyım diye düşündüm.


Bilmiyorum nasıl olur, nasıl bir şey çıkar ama aklımın bir köşesine yazdım.

Spotify'ın nefis bir 80'ler listesinde masumca keşfedilmeyi bekleyen bu harika parçayı da postun parçası seçtim. Günlerdir bağımlısı oldum.

Güzel bir pazar geçirin.
Sevgiler!


bkz : huzur içinde youtube linki verebilmek (-_-')

Anlatılması Zor Bir Film : Womb (Rahim) (2010)

$
0
0
Merhaba!
Orijinal senaryolara, insan psikolojisinin en karanlık köşelerini irdeleyen ve belki de bir parça rahatsız edici filmlere olan ilgimi bir kaç defa dile getirmiştim.
Rahatsız edici demek dakikalarca izletilen bir taciz ya da tecavüz sahnesi değil, gerek oyuncu gerekse sahne aracılığıyla bizi filmin içine haddinden fazla alabilmeyi başarmasıdır bana göre.
Ana karakterin kimliğine büründürebilmesi ve onun gibi düşündürebilmesidir.

İşte yukarıda çizdiğim tabloya listemden örnek verebileceği ilk film Womb'dur.
Film bittiğinde bir kaç gün filmi çok sevdiğimi kabul edemediğim fakat kabul ettiğimde ise bütün kadrosuna ve yapımcılarına hayranlığımı büyüten Womb uyarmam gerekir ki herkesin seveceği bir film değil.
Önceki yorumladığım filmde yeterince uyarmamış olmamdan dolayı üzüntü duydum açıkçası.

Benedek Fliegauf'un yazıp yönettiği, başrollerini Eva Green ve Matt Smith'in paylaştığı Womb'un konusu şöyle;

Tommy ve Rebecca 9 yaşında birbirlerine aşık olmuş iki çocuktur. Rebecca'nın ailesi Japonyaya taşınmaya karar verince ayrılmak zorunda kalırlar. Çocukluk yıllarında aşık olduğu erkeği 12 yıl sonra tekrar bulan Rebecca kısa bir süre sonra bir kaza sonucu Tommy'yi kaybeder.
İnsan klonlamanın yasal olduğu bir dönemde Rebecca, anne - babasının tüm itirazlarına ve toplumun klonlamayı onaylamamasına rağmen Tommy'nin bir klonunu doğurmaya karar verir.

Yazıda spoiler olmayacak, bilginiz olsun.

Öncelikle söylemek istiyorum ki benim gözümde Eva Green'i Eva Green yapan filmdir Womb.
Her sinema severin bu filmi izlediğinde onun oyunculuğunu tartışmasız takdir edeceğini düşünüyorum.
Rebecca karakteri filmin hem temeli, hem kendisi. Bu yüzden filmden almamız gereken tüm hissiyatı tek başına omuzlamak zorunda Eva Green. Ve bunu kendine hayran bırakarak en başarılı şekilde yapıyor.
Sadece denize baktığı sahnede bile içimin acıması bunun en büyük kanıtı bana göre.
Eva Green'in bir diğer filmi Perfect Sense'i kısa da olsa şurada yorumlamıştım.


Filme getirilen bir çok eleştiriden biri de çok durgun bulunmasıydı. Ben farketmedim bile. Hatta filmin yalınlığı ve gri havası filmin konusunu ve anlatımını destekleyen en önemli unsurlardan biriydi. 
Dışarıdan bakınca aa evet durgun bir film diyebilirim fakat içindeyken bir an olsun sıkılmadım -ki 1500 defa dile getirdiğim üzere ne amaca hizmet ettiğini anlamadığım, anlamsız uzun sahneli sanat filmlerinden hoşlanmıyorum. (Bkz : Amour)
Bu filme durgun diyen ya bu türü sevmiyordur, yanlış film seçmiştir. Ya da konusu ilgisini çekmemiştir, bir an önce ne olacağını görmek istiyordur.

Aşkın hastalıklı bir duygu olduğunu her zaman söylerim. Yapısını, mantığını, karanlık odalarını, neye dayanarak yürüdüğünü, ne olursa yürümeyeceğini içinde ona birebir tutunan iki kişi dışında kimse anlayamaz. 
Bu yüzden de sadece iki kişinin ruhunun ve kalbinin sınırlarınca çizilmiş bir duygunun enginliği bazen aklın sınırını aşabilir. Aynı Rebecca'ya olduğu gibi...


Tek ve mutlak aşka inananların daha iyi anlamlandırabileceğini düşündüğüm filmde Rebecca için Tommy ilk ve tek aşkıdır. Ondan vazgeçip yoluna devam etmeyi seçemeyecek kadar derinden bağlanmıştır ona çocukluğunda. 
Zaten bir düşünün; en çok özlediğimiz, unutamadığımız ve tutkuyla bağlandığımız anılarımız hep çocuklukta olanlardır. Çünkü büyüyüp hayat tarafından kirletildikçe değerlerimizden vazgeçmeye teşne olur kalbimiz.
İşte bu yüzdendir ki Rebecca'nın gözünde Tommy hem ilk hem de son'dur. Onu kaybetmek demek hayatı kaybetmek demektir. Devam edebilmek için Tommy'ye ihtiyacı vardır. En azından onun büyütebileceği bir kopyasına...


Sevdiğin adamı büyütmek... 
Bu güne kadar o kadar çok dile getirilmiştir ki aklımıza gelen ilk anlamı bir çocuğu büyütür gibi büyütmek olmaktan çıkmıştır. Genelde erkeklerin çocukluklarını vurgulamak için kullanılır. Bu anlamını değil de, sevdiğiniz adamı birebir elinizde büyüttüğünüzü düşünün. 
Kaybettiğiniz, artık hayatınızda var olması imkansız olan o adamın tutkulu sevgilisi iken birden annesi olduğunuzu.
Büyüttüğünüz çocuğun günden güne ona benzediğini değil, birebir ona dönüştüğünü görmek, yıllar geçtikçe büyüyen hasretinizi o her yıl ona benzedikçe biraz daha dindirmek, bir insanı onun sadece sevgisini değil, bütün yaşam yükünü yüklenecek kadar çok sevmek...
Anne olmak, sevgili olmak, özlemek, çok özlemek...

Ne kadar büyük bir duygu kaosu ve kavram kargaşası değil mi? Rebecca'nın seçtiği bu hastalıklı yol hasretini dindirmek ve belki de Tommy'nin elinden kayıp gitmemesi için seçilmiş olsa da büyük bir hatadan ibaret olduğunu, bu kadar derin bir kaos ile kimsenin başa çıkamayacağını film ilerledikçe anlıyoruz.


Filmden kopup kalbimden gelen sesleri yazmamın sebebi üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen bende bıraktığı izlerin hala silinmemiş olmasıdır.
Bir yandan Womb, gerçekten de anlatılacak bir film değil. Daha doğrusu efendim kurgusu şöyleydi, diyalogları böyleydi diye eleştirilecek bir yanı yok.
En başta Eva Green sayesinde bir film değil, hayatın keskinliği karşısında çırpınan duyguların karanlık tarafından bir parça izletiliyor gibi oluyorsunuz. Daha ilk dakikasından itibaren bütün eleştirel bakış açınızı bir kenara atıyorsunuz anlatılan öykünün derinliği karşısında.
Yani bunlar bana olanlar...




Aşk'ı hayatındaki diğer kavram ve duyguların en tepesine oturtmuş biri için de bu filmin daha az bir anlam teşkil etmesi beklenemezdi sanırım. Bu filmi bu kadar beğenmemin en büyük sebebi aşk duygusunun sınırsızlığını anlatmasıdır. Filmin bu kavramı anlatış biçimi ve hissettirdikleri bize öğretilen veya kalben onay verdiğimiz bütün doğru ve yanlışların çok çok üstünde.

Başta da dediğim gibi filmi çok sevdiğimi kabul etmemin uzun sürmesi, hatta buraya bile yazmamış olmamın sebebi de her şeyin üstünde olan o duyguyu doğru şekilde anlatamamaktan endişe etmiş olmam.
Başkasına değil de yine en çok kendime.


Womb,rahminin içinde hem hastalıklı bir aşkı hem de yaşayamadığı koca bir hayatın acısını büyüten bir kadının mora boyanmış öyküsünü anlatan aykırı bir başyapıt olarak her zaman aklımda kalacak...


Viewing all 221 articles
Browse latest View live