Merhaba!
Aslında başlığa aşk mı para mı? yazacaktım ama hadi böyle kült bir filmi bu klişeye bulaştırmayayım dedim. Gerçi şu kült olayına da gıcığım bu aralar neye göre kime göre kült, neyse o daha sonra yazılacaklar arasında. Şimdi biz bu şeker gibi filme dönelim.
Breakfast At Tiffany's her zamanki gibi uzun süredir seyredilecekler listemde olan bir filmdi.
Audrey Hepburn (Holly) ve George Peppard'ın (Paul) başrollerini paylaştığı 60'lı yıllarda çekilen film en başta ben gibi eskiye hayranlık duyan birini kıyafetleriyle, zerafetiyle, şehir ve evlerinin mimarisiyle kendine hayran bırakıyor.
Bunları bir kenara koyarsak film genel olarak belki de aşkı tanımaya hiç fırsatı olmamış uçuk bir kadının yaşadığı ikilemleri ve aşkla imtihanını anlatıyor. Filmde en sade şekilde işlenen bu konu Audrey'in zerafetiyle birleşince Breakfast At Tiffany's i aklımıza kazımaya yetiyor.
60'lı yıllar... Kadının zerafeti, erkeğin aşık olunası abartısız centilmenliği, rengarenk kıyafetler, huzur veren rahat evler, o eşsiz müzikleri ve belki günümüze kadar bir daha görülmemiş olan bir moda anlayışı. Hatta modadan bahsedeceksek bence kadının en güzel giyindiği dönem!
Ahh Audrey Hepburnnasıl güzel,nasıl zarif bir hatundur. Nasıl büyüler bakan her gözü.
Zaten güzellik denilince eskilerden akla gelen ilk iki isimden biridir. Diğeri de Marilyn Monroe tabi ki.
Film başlar başlamaz aşağıdaki diyaloğuyla şaşırttı beni. Demek ki sadece ben değilmişim o günlere en çok kırmızıyı yakıştıran dedim. Hele ki Paul "mavi demek istedin herhalde" deyince Holly'den önce ben cevap verdim " Hayır Paul, o günler kesinlikle kırmızı!"
Holly (Audrey Hepburn) hayatı boyunca bir şeyleri arayan fakat ne olduğunu belki kendi de bilmeyen, normal bir kadından "biraz daha" aklı karışık bir kadındır. Spoiler vermemek adına söylemediğim, küçük yaşta yaşadığı olaylardan sonra New York'a gelir. Sebepsiz yere. Zaten o hayatındaki her şeyi sebepsiz yere yapmıştır. Bir yere gitmek istiyorsa gider, yapmak istiyorsa o anda yapar. Hiçbir sorumluluk onun bu özgür ruhunu dizginleyemez. Hatta dizginlenmek korkusuyla kimseye bağlanmaz. Evi vardır fakat eşyası yoktur. Kedisine dahi isim vermez. "birbirimize ait değiliz, sadece tesadüfen karşılaştık. ona isim koymaya hakkım yok" der.
Hayatını sürdürebilmek adına zengin bir adam bulup evlenmek dışında bir amacı veya hayattan beklentisi de yoktur.
Bize Holly'nin zor geçtiğini anladığımız çocukluğunu bir kaç cümle dışında neredeyse hiç anlatmıyorlar. Ama biz Audrey'in oyunculuğu sayesinde kendini hala nasıl o zamanlardaki gibi değersiz gördüğünü sezinleyebiliyoruz. Belki de o günlerde kaybettiği inancını bulmaya cesareti olmadığı için böyle davranıyor. En hassas zamanında paranın düzeltebileceği şeyler yüzünden acı çekmiş birinden bekleneceği gibi.
Zaten en çok acı çeken insanlar en umursamaz, en neşelilerimiz değil midir?
Klişeden de klişe olan " en çok gülenler, aslında en çok acı çekenlerdir" sözünü tecrübe ettiğim son yıllarda bu filmdeki Holly'nin neden bu kadar umursamaz ve neşeli olduğunu da çok iyi anlamak filmi daha fazla sevmeme neden oldu. Ama bir yandan da hüznünü belli etmeyen, gerçekten hayatı seviyormuş gibi yansıttığı o halleri nasıl güzeldi ♥
Lakin Holly bu tek bir amaçla yürüdüğü bu yolda beklemediği bir sürprizle karşılaşacaktır. Tabi ki aşk!
Bu güne kadar küçümsediği bu duygu kendisine çok benzeyen Paul ile karşısına çıkacak ve görmezden gelmesine izin vermeyecek kadar kalbinde büyüyecektir.
Breakfast at Tiffany's öyle sulu sulu bir aşk filmi değil. Kesinlikle romantizmden ölmeyi filan beklemeyin. Aksine bir insan ne kadar mantıklı düşünürse düşünsün aşkın nasıl da her şeyi değiştireceğini hiç abartmadan anlatıyor bize. Holly bu güne kadar ezberlediği tüm gerçeklerin aşkın karşısında ne kadar aciz kaldığını görüyor. Karşı koyuyor, kendiyle savaşıyor ama o da yeniliyor herkes gibi...
Ve bir kedimiz var. Holly'nin isim vermediği kedisi. Her kedi gibi aşırı şeker. Filmde türlü türlü kedi hallerine maruz kalıyoruz ki benim gibi kedi sevdalılarına ekranı sevdiriyor gene.
Ve belki de final sahnesinde epey önemli bir görevi göğüsleyerek Holly'nin aşka yenilişinin simgesi oluyor. Anlatmayayım daha fazla :)
![]()
Sonuç itibariyle Breakfast At Tiffany's su gibi akan, sıcacık, sadeliğiyle büyüleyen, Audrey'e aşık olma sebebi bir film. Bence Holly'yi oynayan başka biri olsaydı film bu kadar yükselmezdi. Çünkü filmin en çekici unsuruydu o uçuk, sevimli, gizemli kadın tiplemesi. Ve bunu Audrey'den daha iyi oynayacak birini hayal dahi edemiyorum.
Tam bir kış filmi. Özellikle yağmurla bir günde izleyiniz efendim :)
Son olarak bu rezillik nedir cidden benim aklım almıyor artık. Kim yapıyor bu çevirileri? Ben bile ortaokul seviye ingilizcemle yapardım böyle basit bir cümlenin çevirisini. Şaşırmıyorum ama çok sinirleniyorum :/
Filmin en sevilen soundtrack'i ile huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Sevgiler Ponti'den.
Facebook / Twitter / Instagram / Pinterest
Aslında başlığa aşk mı para mı? yazacaktım ama hadi böyle kült bir filmi bu klişeye bulaştırmayayım dedim. Gerçi şu kült olayına da gıcığım bu aralar neye göre kime göre kült, neyse o daha sonra yazılacaklar arasında. Şimdi biz bu şeker gibi filme dönelim.
Breakfast At Tiffany's her zamanki gibi uzun süredir seyredilecekler listemde olan bir filmdi.
Audrey Hepburn (Holly) ve George Peppard'ın (Paul) başrollerini paylaştığı 60'lı yıllarda çekilen film en başta ben gibi eskiye hayranlık duyan birini kıyafetleriyle, zerafetiyle, şehir ve evlerinin mimarisiyle kendine hayran bırakıyor.
Bunları bir kenara koyarsak film genel olarak belki de aşkı tanımaya hiç fırsatı olmamış uçuk bir kadının yaşadığı ikilemleri ve aşkla imtihanını anlatıyor. Filmde en sade şekilde işlenen bu konu Audrey'in zerafetiyle birleşince Breakfast At Tiffany's i aklımıza kazımaya yetiyor.
60'lı yıllar... Kadının zerafeti, erkeğin aşık olunası abartısız centilmenliği, rengarenk kıyafetler, huzur veren rahat evler, o eşsiz müzikleri ve belki günümüze kadar bir daha görülmemiş olan bir moda anlayışı. Hatta modadan bahsedeceksek bence kadının en güzel giyindiği dönem!
Ahh Audrey Hepburnnasıl güzel,nasıl zarif bir hatundur. Nasıl büyüler bakan her gözü.
Zaten güzellik denilince eskilerden akla gelen ilk iki isimden biridir. Diğeri de Marilyn Monroe tabi ki.
Film başlar başlamaz aşağıdaki diyaloğuyla şaşırttı beni. Demek ki sadece ben değilmişim o günlere en çok kırmızıyı yakıştıran dedim. Hele ki Paul "mavi demek istedin herhalde" deyince Holly'den önce ben cevap verdim " Hayır Paul, o günler kesinlikle kırmızı!"
Holly (Audrey Hepburn) hayatı boyunca bir şeyleri arayan fakat ne olduğunu belki kendi de bilmeyen, normal bir kadından "biraz daha" aklı karışık bir kadındır. Spoiler vermemek adına söylemediğim, küçük yaşta yaşadığı olaylardan sonra New York'a gelir. Sebepsiz yere. Zaten o hayatındaki her şeyi sebepsiz yere yapmıştır. Bir yere gitmek istiyorsa gider, yapmak istiyorsa o anda yapar. Hiçbir sorumluluk onun bu özgür ruhunu dizginleyemez. Hatta dizginlenmek korkusuyla kimseye bağlanmaz. Evi vardır fakat eşyası yoktur. Kedisine dahi isim vermez. "birbirimize ait değiliz, sadece tesadüfen karşılaştık. ona isim koymaya hakkım yok" der.
Hayatını sürdürebilmek adına zengin bir adam bulup evlenmek dışında bir amacı veya hayattan beklentisi de yoktur.
Bize Holly'nin zor geçtiğini anladığımız çocukluğunu bir kaç cümle dışında neredeyse hiç anlatmıyorlar. Ama biz Audrey'in oyunculuğu sayesinde kendini hala nasıl o zamanlardaki gibi değersiz gördüğünü sezinleyebiliyoruz. Belki de o günlerde kaybettiği inancını bulmaya cesareti olmadığı için böyle davranıyor. En hassas zamanında paranın düzeltebileceği şeyler yüzünden acı çekmiş birinden bekleneceği gibi.
Zaten en çok acı çeken insanlar en umursamaz, en neşelilerimiz değil midir?
Klişeden de klişe olan " en çok gülenler, aslında en çok acı çekenlerdir" sözünü tecrübe ettiğim son yıllarda bu filmdeki Holly'nin neden bu kadar umursamaz ve neşeli olduğunu da çok iyi anlamak filmi daha fazla sevmeme neden oldu. Ama bir yandan da hüznünü belli etmeyen, gerçekten hayatı seviyormuş gibi yansıttığı o halleri nasıl güzeldi ♥
Bu görseli görünce The Artist filmi geldi aklıma :)
Lakin Holly bu tek bir amaçla yürüdüğü bu yolda beklemediği bir sürprizle karşılaşacaktır. Tabi ki aşk!
Bu güne kadar küçümsediği bu duygu kendisine çok benzeyen Paul ile karşısına çıkacak ve görmezden gelmesine izin vermeyecek kadar kalbinde büyüyecektir.
Breakfast at Tiffany's öyle sulu sulu bir aşk filmi değil. Kesinlikle romantizmden ölmeyi filan beklemeyin. Aksine bir insan ne kadar mantıklı düşünürse düşünsün aşkın nasıl da her şeyi değiştireceğini hiç abartmadan anlatıyor bize. Holly bu güne kadar ezberlediği tüm gerçeklerin aşkın karşısında ne kadar aciz kaldığını görüyor. Karşı koyuyor, kendiyle savaşıyor ama o da yeniliyor herkes gibi...
Ve bir kedimiz var. Holly'nin isim vermediği kedisi. Her kedi gibi aşırı şeker. Filmde türlü türlü kedi hallerine maruz kalıyoruz ki benim gibi kedi sevdalılarına ekranı sevdiriyor gene.
Ve belki de final sahnesinde epey önemli bir görevi göğüsleyerek Holly'nin aşka yenilişinin simgesi oluyor. Anlatmayayım daha fazla :)

Sonuç itibariyle Breakfast At Tiffany's su gibi akan, sıcacık, sadeliğiyle büyüleyen, Audrey'e aşık olma sebebi bir film. Bence Holly'yi oynayan başka biri olsaydı film bu kadar yükselmezdi. Çünkü filmin en çekici unsuruydu o uçuk, sevimli, gizemli kadın tiplemesi. Ve bunu Audrey'den daha iyi oynayacak birini hayal dahi edemiyorum.
Tam bir kış filmi. Özellikle yağmurla bir günde izleyiniz efendim :)
Son olarak bu rezillik nedir cidden benim aklım almıyor artık. Kim yapıyor bu çevirileri? Ben bile ortaokul seviye ingilizcemle yapardım böyle basit bir cümlenin çevirisini. Şaşırmıyorum ama çok sinirleniyorum :/
Filmin en sevilen soundtrack'i ile huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Sevgiler Ponti'den.
Facebook / Twitter / Instagram / Pinterest